23 Aralık 2017 Cumartesi

NATO’DAN ÇIKMAK ÜZERİNE… Prof. Dr. Mustaf E. ERKAL, Aydınlar Ocağı

NATO’DAN ÇIKMAK ÜZERİNE…
Prof. Dr. Mustaf E. ERKAL

Son yıllarda NATO üyeliği oldukça tartışılır hale geldi. Bunda bizden çok sözde dost ve müttefiklerimizin rolü olmuştur. Norveç’teki rezaletin amacı Türkiye’yi NATO’dan çıkmaya tetiklemek olabilir. Önümüzdeki dönemde bu gibi oyunlar artabilir. NATO’cu olmak ve NATO teslimiyetçiliği ile NATO’da saygın bir ortak olarak devam etmeyi birbirine karıştırmayalım. NATO’dan çekilirsek politikalarımızı anlatabileceğimiz çok önemli bir platformu da kaybederiz.
Türkiye’ye Yunanistan ve ABD tarafından kumpaslar kurulması daha da hızlanabilir. Ege’de ve Kıbrıs’ta aleyhimize gelişmeler artabilir.
NATO üyeliği Türkiye’ye açık veya gizli ülkelerin politikalarını engelleyici bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin bazı kararları veto etme hakkı vardır.
NATO üyeliği aslında Türkiye’yi Rusya’ya karşı korumaktan çok diğer ülkelere ve sözde dost ve müttefiklere karşı korumaktadır. Türkiye’nin demokratik standartlardan sapma göstermesi düşman ülkelere koz vermiştir.
Türkiye’nin NATO’da siyasi tesirliliğini artırmanın yolu çok taraflı siyasi ilişkileri geliştirmektir.
Doğu komşularımızla ilişkilerimizi ülke yararına kılabilmenin yolu da NATO üyeliğini kullanabilmektir.
NATO içinde ilişkilerimizi gözden geçirelim. Hukuk devletinden ve kuvvetler ayrılığı prensibinden vazgeçmeyelim. Temel hak ve hürriyetler konusunda hassas olalım. Ülkenin itibarını ve gururunu kırıcı gayretleri tahrik etmeyelim.
Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına karşılıksız dönüşü Kenan Evren ve yönetiminin büyük bir yanlışı değil miydi? Yanlışları biraz da kendimizde arayalım.
Yunanistan’ın olduğu her yerde Türkiye de olmalıdır. Bu bir zorunluluktur. Yarın akıllanır da Ege’de Yunan işgalindeki adacık ve kayalıkları kurtarma gayreti içine girersek NATO’nun 5. Maddesi önümüze büyük bir engel olarak çıkar. Elimiz kolumuz bağlanır.
Kısaca bizden hem kurtulmak ve hem de bizi kuşatmak isteyenlere imkan yaratmayalım. NATO’dan çıkmayı, bir yerlere girmeyi AVM değiştirme gibi görmeyelim. Oyuna gelmeyelim.

15 Aralık 2017 Cuma

Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacaklarını ve Tel Aviv’deki ABD elçiliğini Kudüs’e taşıyacaklarını açıklaması, bazı ülkelerde gündem değişikliğine yol açtı. Bizim ülkemizde ise, gündem kökten değişti.

"KUDÜS BİZİMDİR" İDDİALARI!..
Hüseyin Şengül (*)
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacaklarını ve Tel Aviv’deki ABD elçiliğini Kudüs’e taşıyacaklarını açıklaması, bazı ülkelerde gündem değişikliğine yol açtı. Bizim ülkemizde ise, gündem kökten değişti.
Bir yanda Reza Zarrap davası devam ederken, bir yanda Man Adası belgeleri iddiaları ortalığı sarmışken, Trump’ın açıklaması, Erdoğan’a can simidi oldu. 
Mısır’da televizyon spikeri maç anlatırken, rakip takımın çektiği müthiş şut, Mısır takımının kale direğine çarpar. Spiker, büyük bir heyecanla “yetişti imdada direk!” diye bağırır.
Mısır takımının imdadına nasıl kale direği yetişmişse, Erdoğan’ın imdadına da Trump’ın Kudüs’ü yetişti.
Yönetme sorunları yaşayan iktidarlar için artık bir klasik tarih normu haline gelmiş taktiğe göre sorunların üzerini örtmenin, muhalefeti etkisiz kılmanın veya toplumda oluşan birikimi boşaltmanın en kestirme yolu, dış meseleler çıkarmaktır. Sorunlar dışarıya izale edildiği ölçüde, çatışmanın konusuna göre ırkçılık, milliyetçilik, dincilik, büyük devlet, büyük millet gibi toplumun kolayca manipüle edileceği alanlar öne çıkarılır.
Kudüs özelindeki Filistin İsrail sorunu, taraflar için bulunmaz bir nimettir. İktidarlar için Kudüs, bu anlamda çatışma ekilen mümbit bir topraktır.
Erdoğan gerilim yaratmakta, gerilimden beslenmekte epeyi uzmanlaştı. Son olarak (ki, bu hiç de son olmayacak) Yunanistan ziyaretinde söyledikleri tarihin, uluslararası hukukun (örneğin Batı Trakya’da müftülük seçiminin Lozan ile hiçbir ilişkisi yokken, konuyu bu anlaşmanın bir cüziymiş gibi sunması) kafasını gözünü yarmış, hiç önemli değil; yeter ki ilişkiler ulusalcı ve İslamcı alanlarda köpürtülsün.
Burada asıl üzerinde durmak istediğim konu, Kudüs özelinde de görüldüğü üzere egemen güçlerin politikaları, kimlikleri kimlikçilik bataklığına sürerek oradan çatışma doğurmaları ve bunun üzerinden beslenmeleridir.
Her Filistin meselesinde ortalığı bir İslam dünyası söylemleri sarar. Filistin üzerinden siyasal İslamcılar için Yahudi düşmanlığı bulunmaz bir fırsat sunar. Artık neyse bu İslam dünyası söylemi, bunun pratikte ne iktisadi ne de siyasal bir karşılığı yok. O İslam ülkeleri ki ya kendi içlerinde ya da kendi aralarında birbirini öldürmekle meşguller.
Madalyonun diğer yüzünde ise İsrail sağcı politikacılarının işgalci ve ırkçı görüşleri, kendi toplumlarında ve Yahudi diasporasında karşılığını bulmakta.
Ne diyor İsrail Başbakanı Netanyahu: “Kudüs 3 bin yıldır bizim kutsal şehrimiz ve başkentimizdir.”
Netanyahu’ya ve böyle düşünenlere sormak gerekir; Kudüs örneğin 3 bin 10 yıl önce kimindi? Tevrat’ta bile yazar; İbrahim (Abraham) Peygamber bu topraklara geldiğinde, burada kent devletçikleri halinde yaşayan Kenanlılar, Filistinliler vardı. Filistinli (Tevrat’ta böyle geçer) dev cüsseli savaşçı Golyat’ı sapan taşıyla öldüren Davud, bir süre sonra Musevilerin/İsraillerin hem kralı hem de peygamberi oldu. Davud M.Ö. 967 yılında Kenanlıların adına Urşelim dedikleri Kudüs şehrini savaşarak aldı.
Ne diyor İslamcı kesimler; Kudüs 1.400 yıldır Müslümanların kutsal şehridir. Halife Ömer zamanında, 636 yılında Bizanslıların elinden alınan Kudüs, Müslümanlardan önce kimlerin şehriydi? 1.000’li yıllardan itibaren bu kez de Haçlılar bir süre şehri yönettiler.
Kenanlılar, İsrailliler, Romalılar, Sasaniler, Doğu Romalılar, Memluklar, Haçlılar, Eyyubiler, Osmanlılar, İngilizler…
Bir sosyal paylaşımda şöyle deniliyor: “Kudüs katil ve kahpe İsrail’in başkenti değildir. İslam’ın başkentidir.” Bu cümle gerek siyasal gerekse ahlaki açıdan sorunlu bir cümledir. Bunun gibi onlarcası var.
Tarihte halkların veya dinlerin coğrafyalarından hareketle o halklara veya dinlere bir ontoloji oluşturmaya kalkmak sübjektif tarihçilik, siyaseten güç dayatmacılığı ve toplumsal ilişkiler açısından da sorunludur. Geriye dönük bir orijinallik/otantiklik aramak ve buradan güncel politikalar üretmek hem boşuna hem de tehlikelidir. Yunus’un dediği gibi, “Mal sahibe mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”
Şimdi soralım Kudüs falan şehridir, filan şehridir diyerek siyasal İslamcı görüşle arkeolojik kazılar yapan dincilere ve milliyetçilere; İstanbul 500 yıl önce kimin şehriydi? 1453 yılında Kohstantinopolis Osmanlılar tarafından Bizans’ın elinden savaş yoluyla alınmadı mı? Bu tarihten itibaren Yunanistan’daki Megali İdea düşüncesinin altında ne yatıyor?  
Geriye dönük olarak coğrafya üzerinden dine ve etnisiteye varlık oluşturmaya çalışan her kimse, kendisinin de aynı çalışmanın hedefinde olacağını bilmesi gerekir. Sen Kudüs’e başkalarını yok sayarak İslam şehridir dersen, aynı mantıkla Yunanlar da İstanbul’a bizim Konstantinapol’ümüz derler. Netanyahu da aynı mantıkla “Kudüs 3 bin yıldır bizim başkentimizdir” diyor. Bu durum halkların değil, silah sanayinin, komisyoncuların, kamu kaynaklarını talancıların işine gelir!
Sorunlu iktidarların tuzağına düşerek böylesi kabile devletçi anlayışlara kapılmamak gerekir. Bugün kim nerede yaşıyorsa, orası onların vatanıdır.
Tarihte Kudüs’ün coğrafyasına hâkim olan birçok devlet, din, toplum var. Bunların bir kısmı yerli, bir kısmı işgalcidir!  Kenanlılar, İsrailliler, Romalılar, Sasaniler, Doğu Romalılar, Memluklar, Haçlılar, Eyyubiler, Osmanlılar… Bu anlamda Kudüs hem bunların hiçbirine ait değil hem de bunların hepsine ait.
Kudüs tek tanrılı üç din için kutsal bir kenttir. O Yeruşalim ki, İbranicede tanrının esenliği anlamına gelir, Yahudiler için en kutsal kenttir. Bugün Yahudilerin Süleyman Peygamber tarafından mimar Hiram’a yaptırdığı ancak Babiller tarafından 586 yılında yerle bir edilen meşhur “Süleyman Tapınağının” bugüne kalmış küçük bir duvar parçası önünde ağlamaları boşuna değil.
İsa'nın çarmıha gerildiği Golgota tepesinde inşa edilen 1.600 yıllık Kutsal Kabir veya Yeniden Doğuş Kilisesi’nin Hıristiyanlarca anlamı boşuna değil.  
Müslümanlar için Muhammed Peygamberin göğe yükseldiği, Halife Ömer’in inşa ettirdiği Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa’nın yer aldığı Kudüs’ün kutsallığı boşuna değil.
İsrailliler Kudüs bizimdir, bizim olacak derse…
Filistinliler, İsrail de kim oluyormuş, Kudüs bizimdir, bizim olacak derse…
Müslümanlar, Yahudiler de kim oluyormuş Kudüs bizim kutsalımızdır, İslam’ın başkentidir derse…
Bu iddiaların bir tek çözüm yolunu dayatır: Kim güçlüyse, Kudüs onundur!
Ancak bu dayatmacı ve şiddet içeren iddiaların dışında da çözüm yolları var. Yeter ki iktidarların ekmeğine yağ sürecek çatışmalı ortamdan uzak durulsun.
Kudüs, Kudüs’te yaşayanların şehridir. Kudüs, her üç tek tanrılı dinin kutsallık atfettikleri şehirdir. Taraflardan biri diğerini yok saymamalı ve üzerinde egemenlik kurmamalı. Bu son derece naif bir görüş, biliyorum.
İsrail’in Filistinliler aleyhindeki yayılmacı ve işgalci tutumuna karşı Müslümanlık slogan ve söylemleriyle değil, insan hakları açısından karşı çıkılmalı diye düşünüyorum.
Kudüs bizimdir demek yerine Kudüs, Kudüs’te yaşayan herkesin şehridir denildiği zaman
Kudüs kutsalımızdır demek yerine Kudüs, Kudüs’ü kutsal gören her inancın ortak kutsalıdır denildiği zaman…
İsraillilerin de Filistinlilerin de haklarının eşit ve ayırımsız savunulduğu zaman…
Yakın gelecekte olmasa da barışa bir yol açılır umudundayım. 
 * * *
Not: Kudüs’te az bir Yahudi nüfus olduğu, orada daha çok Müslüman nüfus olduğu şeklinde yaygın bir algı var. Bu yanlışlığı düzeltmek için aşağıda birkaç dönemin nüfus sayımını veriyorum. 
“Prusya Konsolosluğuna göre, 1845 yılındaki nüfus 16 bin 410 idi. 7 bin 120 Yahudi, 5bin Müslüman, 3 bin 390 Hristiyan, 800 Türk asker ve 100 Avrupalı bu sayıyı oluşturmaktaydı. 
“1922’den 1948 yılına kadar, şehrin nüfusu 52 binden, 165 bine ulaştı. Bu nüfusun üçte ikisi Yahudi ve üçte biri Arap’tır (Müslüman ve Hristiyan).” (www.mynet.com/haber/)
Aralık 2007 yılındaki nüfus sayımının sonuçlarına göre Kudüs’teki nüfus 747 bin 600’dür. Nüfusun yüzde 64'ü Yahudi, yüzde 32'si Müslüman ve yüzde 4’ü Hristiyan’dır. (HŞ/HK)
(*) Hüseyin Şengül
1957 Sivas Akpınar köyü doğumlu. Emekli. Evli ve iki oğlu var. “Sivas Akpınar’ın Yazısız Tarihi”, “Bir Gezi Bin Renk”, “Narın ve Şarabın Harında” (şiir), "Sisyphos'un Kaderi" adlı kitapları var.  Bir dönem 'Bizimkenthaber' adlı site dergisinde yayın yönetmenliği ve Gerçek Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. Gazetemistanbul'da yazıyor.

13 Aralık 2017 Çarşamba

ÇAĞIN ÇILGINLIĞI MI? YOKSA!.. "BİTCOİN’İN VE BLOCKCHAİN TEKNOLOJİSİNİN MUCİDİ SATOSHİ NAKAMATO İLE SÖYLEŞİ" Demir KÜÇÜKAYDIN

BİTCOİN’İN VE BLOCKCHAİN TEKNOLOJİSİNİN MUCİDİ SATOSHİ NAKAMATO İLE SÖYLEŞİ
Demir KÜÇÜKAYDIN
Bitcoin’in ekonomi politiği üzerine yazmaya başladığımız bu yazı serisin henüz başındayız.
Bitcoin denen olguyu anlamak için önce Marksist para teorisine girmek gerekecektir. Var olan kavramların bu yeni olguyu açıklayacak ve evrimini öngörecek bir temel sunup sunmadığına bakılacaktır.
Ama bir yandan da bilgi kirliliğine karşı orijinal metinlere de yer vermeye çalışacağız.
Bu bağlamda muhtemelen ilerde adı gerçek bir dahi olarak anılacak, kadın mı erkek mi, yoksa bir grup programcı mı olduğu bilinmeyen Satoshi Nakamato’nun ne gibi düşüncelerle bu parayı oluşturduğuna ilişkin olarak birinci dereceden bir bilgi son derece önemlidir.
Aşağıdaki metin Satoshi Nakamato’nun “başka işlerle uğraşacağım” diyerek yok olmasından önce yaptığı çeşitli yazışmalarından derlenerek oluşturulmuş bir hayali söyleşi. Yani Satoshi Nakamato’den yapılmış orijinal alıntıların bir söyleşi biçiminde derlenmesidir.
Söyleşi Phil Cmampagne’nin “Book of Satoshi” adlı kitabında yayınlanmış.
Biz de bunu Aaron Koenig’in “Bitcoin – Devletsiz Para” başlıklı kitabından çevirdik. Almancamız mükemmel değil. Bu nedene yetersiz bir çeviri olabilir ama daha iyisini yapacak bir hayırsever çıkana kadar bu bir fikir vermeye de yeter.
Benzer şekilde iyi İngilizce bilen birinin Bitcoin fikrinin ilk kez açıkça ifade edildiği “White Papers”ı (“beyaz kâğıtlar”, yani Bitcoin hakkındaki tasarının ilk kez kamuoyuyla paylaşıldığı metin) yapması gayet iyi olurdu.
Aşağıda bu söyleşi yer alıyor.
Demir Küçükaydın // 13 Aralık 2017 Çarşamba
Bitcoin üzerinde çalışmaya ne zaman başladın?
White Papers’ın yayınlanışından (Yani ilk kez tasarının kamuoyuyla paylaşımından) aşağı yukarı iki yıl önce çalışmaya başladım. Tabiri caiz ise, tersine bir yol kat ettim. Önce bütün problemleri çözebildiğime dair kendimi inandırmak için, bütün kodu (programı) yazmalıydım, ancak ondan sonra White Papers’ı yazabilirdim.
Bitcoini niçin icat ettin?
Klasik veya geleneksel (konvansiyonel) paranın işlev görebilmesi için, temel sorun güvendir. Merkez bankasına parayı değersizleştirmeyeceğine güvenilmelidir – ama tarihte Merkez Bankaları daima bu güveni yıkmıştır (kötüye kullanmıştır).
Bankalara, paralarımızı korusun ve elektronik olarak yollasın diye güveniyoruz. Ama onlar bu paraları başkalarına veriyorlar ve böylece kredi balonları oluşturuyorlar, çünkü kredilerin çok küçük bir bölümünün tasarruf olarak karşılığı vardır.
Hırsızlar hesaplarımızı boşaltmasınlar (ki bu hırsızlar da her halde biz oluyoruz) diye onlara güvenip verilerimizi veriyoruz. Bunun için büyük ekstra masraflar alıyorlar. Öyle ki, bunlar küçük ödemeleri olanaksız kılıyor.
Yani öyleyse insan artık kimseye güvenmemeli mi?
Evet. Bir kuşak önce, birçok kişinin aynı anda çalıştığı bilgisayarlar vardı, benzeri bir problem söz konusuydu. Kullanıcı verilerinin bir şifre ile korunduğuna güvenmeliydi ve sistemin yöneticisi bütün bilgileri gizli tutmalıydı. Ne var ki, verilerin kişiselliği, ya başka şeyler daha önemli göründüğü için veya sadece basitçe amirlerinin sözlü emirleriyle yöneticiler tarafından her zaman çiğnendi.
Ama sonra şifreleme teknikleri bulundu, herkes için ulaşılabilir oldu ve böyle bir güvene gerek kalmadı. Veriler, fiziksel olarak, üçüncü şahısların hangi nedenle veya hangi koşullar olursa olsun girişini mümkün kılmayacak şekilde emniyete alınabiliyordu.
Nicin Peer to Peer çözüme karar verdin?
Hükümetler merkezi olarak kontrol edilen ağların kafasını kesmekte ustadırlar, bir zamanlar Napster’de görüldüğü gibi. Fakat Gnutella ve Tor gibi saf P2P ağlarda bu işe yaramıyordu.
Niçin kullanıcıların sayısıyla artacak bir para miktarı yerine sabit bir para miktarına karar verdin. Bu merkezsiz olmayla mı bağlantılı?
Gerçekte para miktarını bir Merkez Bankası gibi kullanıcıların sayısına ayarlayacak kimse yok. Bu değeri belirlemek için kendisine güvenilen bir merkezi aktör olmalıdır.  Bir programın kurallarından gerçek bir değeri belirleyecek bir yol bilmiyorum. Eğer belli bir para miktarını belli bir değere bağlayacak bir yol olsaydı, bunlar programlanabilirdi.
Bitcoin belli bir anlamda değerli metaller gibi çalışıyor. Arzı arttıracak yerde, değeri stabil tutmak için, arz sabit olarak belirlendi ve değer değişiyor. Ne kadar çok kullanıcı varsa, Coin başına değer o kadar artacaktır. Böylece olumlu bir kendini besleyen mekanizma da oluşuyor. Değer kullanıcı miktarıyla arttıkça, bu tekrar, yükselen fiyattan kazanç sağlamak isteyen daha fazla kullanıcıyı çeker
Bu durumda Bitcoin Altın gibi bir değerli madenle (soy metalle) kıyaslanabilir mi?
Evet. Bir düşünce deneyi yapalım. Altın gibi çok nadir bir metali tasavvur et, ama şu özellikleri var: Can sıkıcı bir gri rengi var. İyi bir elektrik iletkeni değil, kolay şekillendirilemez, pratik olarak hiçbir yararlılığı yok veya süs olarak kullanılamaz. Ama bunların yanı sıra çok özel, büyüleyici bir özelliği var: bir haberleşme kanalı üzerinden aktarılabiliyor.
Altının sözümona “fıtratından gelen değeri” (Intrinsischer Wert) niteliğini kastediyor ve bunlar hiç önemli değildir mi diyorsun?
İyi bir paranın geleneksel nitelikleri olarak kabul edilen nadir olmayı ele alalım. Böyle bir çok nesne vardır. Bu durumda “Fıtratından gelen değeri” olmayan bir nesne pekala bir para olarak kullanılabilir.
İnsan bir bitcoini geçersiz bir adrese yolladığında bu para ebediyen kaybolmuş oluyor. 21 Milyon Bitcoin sayısı kesin olarak belirlendiğine göre, bu bitcoinlerin sayısının zamanla azalacağı gibi bir anlama geleceğinden, bir tür “doğal deflasyon” olmuyor mu?
“Doğal deflasyon”… Bu kavramı sevdim. Evet kaybolan veriler ve ödeme hataları nedeniyle doğal bir deflasyon olacak. Bir gün gelecek, yeni coinlerin yaratılması bu doğal deflasyondan daha az bir düzeye düşecek, öyle ki biz mutlak bir deflasyon, yani para miktarının düşmesini de yaşayacağız. Ama kaybolan Coinler diğer Coinleri daha değerli yapacaktır. Bunu bitcoini olan herkese yapılmış bir bağış gibi düşünebiliriz.
Bitcoin madenciliği kaynakların israfı olmuyor mu?
Bu tıpkı Altın ve onun madenciliğinde olduğu gibidir. Altın madenciliğinin marjinal maliyeti daima altın fiyatı civarında bulunur. Evet altın çıkarmak da bir israftır. Ama bir alışveriş aracı olarak altının yararlılığı bunu fazlasıyla karşılar. Bitcoinde de durumun aynı olduğunu düşünüyorum. Bitcoin ile mümkün olan para yollama yararlılığı, bitcoin madenciliğindeki elektrik masraflarından çok daha büyüktür. Eğer bitcoin olmasaydı bu çok daha büyük bir israf olurdu.