NATO’DAN ÇIKMAK ÜZERİNE…
Prof. Dr. Mustaf E. ERKAL
Son yıllarda NATO üyeliği oldukça tartışılır hale geldi. Bunda bizden çok sözde dost ve müttefiklerimizin rolü olmuştur. Norveç’teki rezaletin amacı Türkiye’yi NATO’dan çıkmaya tetiklemek olabilir. Önümüzdeki dönemde bu gibi oyunlar artabilir. NATO’cu olmak ve NATO teslimiyetçiliği ile NATO’da saygın bir ortak olarak devam etmeyi birbirine karıştırmayalım. NATO’dan çekilirsek politikalarımızı anlatabileceğimiz çok önemli bir platformu da kaybederiz.
Türkiye’ye Yunanistan ve ABD tarafından kumpaslar kurulması daha da hızlanabilir. Ege’de ve Kıbrıs’ta aleyhimize gelişmeler artabilir.
NATO üyeliği Türkiye’ye açık veya gizli ülkelerin politikalarını engelleyici bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin bazı kararları veto etme hakkı vardır.
NATO üyeliği aslında Türkiye’yi Rusya’ya karşı korumaktan çok diğer ülkelere ve sözde dost ve müttefiklere karşı korumaktadır. Türkiye’nin demokratik standartlardan sapma göstermesi düşman ülkelere koz vermiştir.
Türkiye’nin NATO’da siyasi tesirliliğini artırmanın yolu çok taraflı siyasi ilişkileri geliştirmektir.
Doğu komşularımızla ilişkilerimizi ülke yararına kılabilmenin yolu da NATO üyeliğini kullanabilmektir.
NATO içinde ilişkilerimizi gözden geçirelim. Hukuk devletinden ve kuvvetler ayrılığı prensibinden vazgeçmeyelim. Temel hak ve hürriyetler konusunda hassas olalım. Ülkenin itibarını ve gururunu kırıcı gayretleri tahrik etmeyelim.
Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına karşılıksız dönüşü Kenan Evren ve yönetiminin büyük bir yanlışı değil miydi? Yanlışları biraz da kendimizde arayalım.
Yunanistan’ın olduğu her yerde Türkiye de olmalıdır. Bu bir zorunluluktur. Yarın akıllanır da Ege’de Yunan işgalindeki adacık ve kayalıkları kurtarma gayreti içine girersek NATO’nun 5. Maddesi önümüze büyük bir engel olarak çıkar. Elimiz kolumuz bağlanır.
Kısaca bizden hem kurtulmak ve hem de bizi kuşatmak isteyenlere imkan yaratmayalım. NATO’dan çıkmayı, bir yerlere girmeyi AVM değiştirme gibi görmeyelim. Oyuna gelmeyelim.
gümrük haber, gümrük mevzuatı, gümrük müşavirliği, güncel haber, yorum-analiz, inceleme, araştırma,
23 Aralık 2017 Cumartesi
15 Aralık 2017 Cuma
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacaklarını ve Tel Aviv’deki ABD elçiliğini Kudüs’e taşıyacaklarını açıklaması, bazı ülkelerde gündem değişikliğine yol açtı. Bizim ülkemizde ise, gündem kökten değişti.
Hüseyin Şengül (*)
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacaklarını
ve Tel Aviv’deki ABD elçiliğini Kudüs’e taşıyacaklarını açıklaması, bazı
ülkelerde gündem değişikliğine yol açtı. Bizim ülkemizde ise, gündem kökten
değişti.
Bir yanda Reza Zarrap davası devam ederken, bir yanda Man
Adası belgeleri iddiaları ortalığı sarmışken, Trump’ın açıklaması, Erdoğan’a
can simidi oldu.
Mısır’da televizyon spikeri maç anlatırken, rakip takımın
çektiği müthiş şut, Mısır takımının kale direğine çarpar. Spiker, büyük bir
heyecanla “yetişti imdada direk!” diye bağırır.
Mısır takımının imdadına nasıl kale direği yetişmişse,
Erdoğan’ın imdadına da Trump’ın Kudüs’ü yetişti.
Yönetme sorunları yaşayan iktidarlar için artık bir klasik
tarih normu haline gelmiş taktiğe göre sorunların üzerini örtmenin, muhalefeti
etkisiz kılmanın veya toplumda oluşan birikimi boşaltmanın en kestirme yolu,
dış meseleler çıkarmaktır. Sorunlar dışarıya izale edildiği ölçüde, çatışmanın
konusuna göre ırkçılık, milliyetçilik, dincilik, büyük devlet, büyük millet
gibi toplumun kolayca manipüle edileceği alanlar öne çıkarılır.
Kudüs özelindeki Filistin İsrail sorunu, taraflar için
bulunmaz bir nimettir. İktidarlar için Kudüs, bu anlamda çatışma ekilen mümbit
bir topraktır.
Erdoğan gerilim yaratmakta, gerilimden beslenmekte epeyi
uzmanlaştı. Son olarak (ki, bu hiç de son olmayacak) Yunanistan ziyaretinde
söyledikleri tarihin, uluslararası hukukun (örneğin Batı Trakya’da müftülük
seçiminin Lozan ile hiçbir ilişkisi yokken, konuyu bu anlaşmanın bir cüziymiş
gibi sunması) kafasını gözünü yarmış, hiç önemli değil; yeter ki ilişkiler
ulusalcı ve İslamcı alanlarda köpürtülsün.
Burada asıl üzerinde durmak istediğim konu, Kudüs özelinde
de görüldüğü üzere egemen güçlerin politikaları, kimlikleri kimlikçilik
bataklığına sürerek oradan çatışma doğurmaları ve bunun üzerinden
beslenmeleridir.
Her Filistin meselesinde ortalığı bir İslam dünyası
söylemleri sarar. Filistin üzerinden siyasal İslamcılar için Yahudi
düşmanlığı bulunmaz bir fırsat sunar. Artık neyse bu İslam dünyası
söylemi, bunun pratikte ne iktisadi ne de siyasal bir karşılığı yok. O İslam
ülkeleri ki ya kendi içlerinde ya da kendi aralarında birbirini öldürmekle
meşguller.
Madalyonun diğer yüzünde ise İsrail sağcı politikacılarının
işgalci ve ırkçı görüşleri, kendi toplumlarında ve Yahudi diasporasında
karşılığını bulmakta.
Ne diyor İsrail Başbakanı Netanyahu: “Kudüs 3 bin yıldır
bizim kutsal şehrimiz ve başkentimizdir.”
Netanyahu’ya ve böyle düşünenlere sormak gerekir; Kudüs
örneğin 3 bin 10 yıl önce kimindi? Tevrat’ta bile yazar; İbrahim (Abraham)
Peygamber bu topraklara geldiğinde, burada kent devletçikleri halinde yaşayan
Kenanlılar, Filistinliler vardı. Filistinli (Tevrat’ta böyle geçer) dev cüsseli
savaşçı Golyat’ı sapan taşıyla öldüren Davud, bir süre sonra
Musevilerin/İsraillerin hem kralı hem de peygamberi oldu. Davud M.Ö. 967
yılında Kenanlıların adına Urşelim dedikleri Kudüs şehrini savaşarak aldı.
Ne diyor İslamcı kesimler; Kudüs 1.400 yıldır Müslümanların
kutsal şehridir. Halife Ömer zamanında, 636 yılında Bizanslıların elinden
alınan Kudüs, Müslümanlardan önce kimlerin şehriydi? 1.000’li yıllardan
itibaren bu kez de Haçlılar bir süre şehri yönettiler.
Kenanlılar, İsrailliler, Romalılar, Sasaniler, Doğu
Romalılar, Memluklar, Haçlılar, Eyyubiler, Osmanlılar, İngilizler…
Bir sosyal paylaşımda şöyle deniliyor: “Kudüs katil ve kahpe
İsrail’in başkenti değildir. İslam’ın başkentidir.” Bu cümle gerek siyasal
gerekse ahlaki açıdan sorunlu bir cümledir. Bunun gibi onlarcası var.
Tarihte halkların veya dinlerin coğrafyalarından hareketle o
halklara veya dinlere bir ontoloji oluşturmaya kalkmak sübjektif tarihçilik,
siyaseten güç dayatmacılığı ve toplumsal ilişkiler açısından da sorunludur.
Geriye dönük bir orijinallik/otantiklik aramak ve buradan güncel politikalar
üretmek hem boşuna hem de tehlikelidir. Yunus’un dediği gibi, “Mal sahibe mülk
sahibi, hani bunun ilk sahibi?”
Şimdi soralım Kudüs falan şehridir, filan şehridir diyerek
siyasal İslamcı görüşle arkeolojik kazılar yapan dincilere ve milliyetçilere;
İstanbul 500 yıl önce kimin şehriydi? 1453 yılında Kohstantinopolis Osmanlılar
tarafından Bizans’ın elinden savaş yoluyla alınmadı mı? Bu tarihten itibaren
Yunanistan’daki Megali İdea düşüncesinin altında ne yatıyor?
Geriye dönük olarak coğrafya üzerinden dine ve etnisiteye
varlık oluşturmaya çalışan her kimse, kendisinin de aynı çalışmanın hedefinde
olacağını bilmesi gerekir. Sen Kudüs’e başkalarını yok sayarak İslam
şehridir dersen, aynı mantıkla Yunanlar da İstanbul’a bizim Konstantinapol’ümüz
derler. Netanyahu da aynı mantıkla “Kudüs 3 bin yıldır bizim
başkentimizdir” diyor. Bu durum halkların değil, silah sanayinin,
komisyoncuların, kamu kaynaklarını talancıların işine gelir!
Sorunlu iktidarların tuzağına düşerek böylesi kabile devletçi
anlayışlara kapılmamak gerekir. Bugün kim nerede yaşıyorsa, orası onların
vatanıdır.
Tarihte Kudüs’ün coğrafyasına hâkim olan birçok devlet, din,
toplum var. Bunların bir kısmı yerli, bir kısmı işgalcidir! Kenanlılar,
İsrailliler, Romalılar, Sasaniler, Doğu Romalılar, Memluklar, Haçlılar,
Eyyubiler, Osmanlılar… Bu anlamda Kudüs hem bunların hiçbirine ait değil hem de
bunların hepsine ait.
Kudüs tek tanrılı üç din için kutsal bir kenttir. O
Yeruşalim ki, İbranicede tanrının esenliği anlamına gelir, Yahudiler için en
kutsal kenttir. Bugün Yahudilerin Süleyman Peygamber tarafından mimar Hiram’a
yaptırdığı ancak Babiller tarafından 586 yılında yerle bir edilen meşhur
“Süleyman Tapınağının” bugüne kalmış küçük bir duvar parçası önünde ağlamaları
boşuna değil.
İsa'nın çarmıha gerildiği Golgota tepesinde inşa
edilen 1.600 yıllık Kutsal Kabir veya Yeniden Doğuş Kilisesi’nin
Hıristiyanlarca anlamı boşuna değil.
Müslümanlar için Muhammed Peygamberin göğe yükseldiği,
Halife Ömer’in inşa ettirdiği Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa’nın yer aldığı
Kudüs’ün kutsallığı boşuna değil.
İsrailliler Kudüs bizimdir, bizim olacak derse…
Filistinliler, İsrail de kim oluyormuş, Kudüs bizimdir,
bizim olacak derse…
Müslümanlar, Yahudiler de kim oluyormuş Kudüs bizim
kutsalımızdır, İslam’ın başkentidir derse…
Bu iddiaların bir tek çözüm yolunu dayatır: Kim güçlüyse,
Kudüs onundur!
Ancak bu dayatmacı ve şiddet içeren iddiaların dışında da
çözüm yolları var. Yeter ki iktidarların ekmeğine yağ sürecek çatışmalı
ortamdan uzak durulsun.
Kudüs, Kudüs’te yaşayanların şehridir. Kudüs, her üç tek
tanrılı dinin kutsallık atfettikleri şehirdir. Taraflardan biri diğerini yok
saymamalı ve üzerinde egemenlik kurmamalı. Bu son derece naif bir görüş,
biliyorum.
İsrail’in Filistinliler aleyhindeki yayılmacı ve işgalci
tutumuna karşı Müslümanlık slogan ve söylemleriyle değil, insan hakları
açısından karşı çıkılmalı diye düşünüyorum.
Kudüs bizimdir demek yerine Kudüs, Kudüs’te yaşayan herkesin
şehridir denildiği zaman
Kudüs kutsalımızdır demek yerine Kudüs, Kudüs’ü kutsal gören
her inancın ortak kutsalıdır denildiği zaman…
İsraillilerin de Filistinlilerin de haklarının eşit ve
ayırımsız savunulduğu zaman…
Yakın gelecekte olmasa da barışa bir yol açılır
umudundayım.
* * *
Not: Kudüs’te az bir Yahudi nüfus olduğu, orada daha
çok Müslüman nüfus olduğu şeklinde yaygın bir algı var. Bu yanlışlığı düzeltmek
için aşağıda birkaç dönemin nüfus sayımını veriyorum.
“Prusya Konsolosluğuna göre, 1845 yılındaki nüfus 16 bin 410
idi. 7 bin 120 Yahudi, 5bin Müslüman, 3 bin 390 Hristiyan, 800 Türk asker ve
100 Avrupalı bu sayıyı oluşturmaktaydı.
“1922’den 1948 yılına kadar, şehrin nüfusu 52 binden, 165
bine ulaştı. Bu nüfusun üçte ikisi Yahudi ve üçte biri Arap’tır (Müslüman ve
Hristiyan).” (www.mynet.com/haber/)
Aralık 2007 yılındaki nüfus sayımının sonuçlarına göre
Kudüs’teki nüfus 747 bin 600’dür. Nüfusun yüzde 64'ü Yahudi, yüzde 32'si
Müslüman ve yüzde 4’ü Hristiyan’dır. (HŞ/HK)
(*) Hüseyin Şengül
1957 Sivas Akpınar köyü doğumlu. Emekli. Evli ve iki oğlu
var. “Sivas Akpınar’ın Yazısız Tarihi”, “Bir Gezi Bin Renk”, “Narın ve Şarabın
Harında” (şiir), "Sisyphos'un Kaderi" adlı kitapları var. Bir
dönem 'Bizimkenthaber' adlı site dergisinde yayın yönetmenliği ve Gerçek
Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. Gazetemistanbul'da yazıyor.
13 Aralık 2017 Çarşamba
ÇAĞIN ÇILGINLIĞI MI? YOKSA!.. "BİTCOİN’İN VE BLOCKCHAİN TEKNOLOJİSİNİN MUCİDİ SATOSHİ NAKAMATO İLE SÖYLEŞİ" Demir KÜÇÜKAYDIN
Demir KÜÇÜKAYDIN
Bitcoin’in ekonomi politiği üzerine yazmaya başladığımız bu
yazı serisin henüz başındayız.
Bitcoin denen olguyu anlamak için önce Marksist para
teorisine girmek gerekecektir. Var olan kavramların bu yeni olguyu açıklayacak
ve evrimini öngörecek bir temel sunup sunmadığına bakılacaktır.
Ama bir yandan da bilgi kirliliğine karşı orijinal metinlere
de yer vermeye çalışacağız.
Bu bağlamda muhtemelen ilerde adı gerçek bir dahi olarak
anılacak, kadın mı erkek mi, yoksa bir grup programcı mı olduğu bilinmeyen
Satoshi Nakamato’nun ne gibi düşüncelerle bu parayı oluşturduğuna ilişkin
olarak birinci dereceden bir bilgi son derece önemlidir.
Aşağıdaki metin Satoshi Nakamato’nun “başka işlerle
uğraşacağım” diyerek yok olmasından önce yaptığı çeşitli yazışmalarından
derlenerek oluşturulmuş bir hayali söyleşi. Yani Satoshi Nakamato’den yapılmış
orijinal alıntıların bir söyleşi biçiminde derlenmesidir.
Söyleşi Phil Cmampagne’nin “Book of Satoshi” adlı kitabında
yayınlanmış.
Biz de bunu Aaron Koenig’in “Bitcoin – Devletsiz Para”
başlıklı kitabından çevirdik. Almancamız mükemmel değil. Bu nedene yetersiz bir
çeviri olabilir ama daha iyisini yapacak bir hayırsever çıkana kadar bu bir
fikir vermeye de yeter.
Benzer şekilde iyi İngilizce bilen birinin Bitcoin fikrinin
ilk kez açıkça ifade edildiği “White Papers”ı (“beyaz kâğıtlar”, yani Bitcoin
hakkındaki tasarının ilk kez kamuoyuyla paylaşıldığı metin) yapması gayet iyi
olurdu.
Aşağıda bu söyleşi yer alıyor.
Demir Küçükaydın // 13 Aralık 2017 Çarşamba
Bitcoin üzerinde çalışmaya ne zaman başladın?
White Papers’ın yayınlanışından (Yani ilk kez tasarının
kamuoyuyla paylaşımından) aşağı yukarı iki yıl önce çalışmaya başladım. Tabiri
caiz ise, tersine bir yol kat ettim. Önce bütün problemleri çözebildiğime dair
kendimi inandırmak için, bütün kodu (programı) yazmalıydım, ancak ondan
sonra White Papers’ı yazabilirdim.
Bitcoini niçin icat ettin?
Klasik veya geleneksel (konvansiyonel) paranın işlev
görebilmesi için, temel sorun güvendir. Merkez bankasına parayı
değersizleştirmeyeceğine güvenilmelidir – ama tarihte Merkez Bankaları daima bu
güveni yıkmıştır (kötüye kullanmıştır).
Bankalara, paralarımızı korusun ve elektronik olarak
yollasın diye güveniyoruz. Ama onlar bu paraları başkalarına veriyorlar ve
böylece kredi balonları oluşturuyorlar, çünkü kredilerin çok küçük bir
bölümünün tasarruf olarak karşılığı vardır.
Hırsızlar hesaplarımızı boşaltmasınlar (ki bu hırsızlar da
her halde biz oluyoruz) diye onlara güvenip verilerimizi veriyoruz. Bunun için
büyük ekstra masraflar alıyorlar. Öyle ki, bunlar küçük ödemeleri olanaksız
kılıyor.
Yani öyleyse insan artık kimseye güvenmemeli mi?
Evet. Bir kuşak önce, birçok kişinin aynı anda çalıştığı
bilgisayarlar vardı, benzeri bir problem söz konusuydu. Kullanıcı verilerinin
bir şifre ile korunduğuna güvenmeliydi ve sistemin yöneticisi bütün bilgileri
gizli tutmalıydı. Ne var ki, verilerin kişiselliği, ya başka şeyler daha önemli
göründüğü için veya sadece basitçe amirlerinin sözlü emirleriyle yöneticiler
tarafından her zaman çiğnendi.
Ama sonra şifreleme teknikleri bulundu, herkes için
ulaşılabilir oldu ve böyle bir güvene gerek kalmadı. Veriler, fiziksel olarak,
üçüncü şahısların hangi nedenle veya hangi koşullar olursa olsun girişini
mümkün kılmayacak şekilde emniyete alınabiliyordu.
Nicin Peer to Peer çözüme karar verdin?
Hükümetler merkezi olarak kontrol edilen ağların kafasını
kesmekte ustadırlar, bir zamanlar Napster’de görüldüğü gibi. Fakat Gnutella ve Tor gibi
saf P2P ağlarda bu işe yaramıyordu.
Niçin kullanıcıların sayısıyla artacak bir para miktarı
yerine sabit bir para miktarına karar verdin. Bu merkezsiz olmayla mı
bağlantılı?
Gerçekte para miktarını bir Merkez Bankası gibi
kullanıcıların sayısına ayarlayacak kimse yok. Bu değeri belirlemek için
kendisine güvenilen bir merkezi aktör olmalıdır. Bir programın
kurallarından gerçek bir değeri belirleyecek bir yol bilmiyorum. Eğer belli bir
para miktarını belli bir değere bağlayacak bir yol olsaydı, bunlar
programlanabilirdi.
Bitcoin belli bir anlamda değerli metaller gibi çalışıyor.
Arzı arttıracak yerde, değeri stabil tutmak için, arz sabit olarak belirlendi
ve değer değişiyor. Ne kadar çok kullanıcı varsa, Coin başına değer o kadar
artacaktır. Böylece olumlu bir kendini besleyen mekanizma da oluşuyor. Değer
kullanıcı miktarıyla arttıkça, bu tekrar, yükselen fiyattan kazanç sağlamak
isteyen daha fazla kullanıcıyı çeker
Bu durumda Bitcoin Altın gibi bir değerli madenle (soy
metalle) kıyaslanabilir mi?
Evet. Bir düşünce deneyi yapalım. Altın gibi çok nadir bir
metali tasavvur et, ama şu özellikleri var: Can sıkıcı bir gri rengi var. İyi
bir elektrik iletkeni değil, kolay şekillendirilemez, pratik olarak hiçbir
yararlılığı yok veya süs olarak kullanılamaz. Ama bunların yanı sıra çok özel,
büyüleyici bir özelliği var: bir haberleşme kanalı üzerinden aktarılabiliyor.
Altının sözümona “fıtratından gelen değeri” (Intrinsischer
Wert) niteliğini kastediyor ve bunlar hiç önemli değildir mi diyorsun?
İyi bir paranın geleneksel nitelikleri olarak kabul edilen
nadir olmayı ele alalım. Böyle bir çok nesne vardır. Bu durumda “Fıtratından
gelen değeri” olmayan bir nesne pekala bir para olarak kullanılabilir.
İnsan bir bitcoini geçersiz bir adrese yolladığında bu para
ebediyen kaybolmuş oluyor. 21 Milyon Bitcoin sayısı kesin olarak belirlendiğine
göre, bu bitcoinlerin sayısının zamanla azalacağı gibi bir anlama geleceğinden,
bir tür “doğal deflasyon” olmuyor mu?
“Doğal deflasyon”… Bu kavramı sevdim. Evet kaybolan veriler
ve ödeme hataları nedeniyle doğal bir deflasyon olacak. Bir gün gelecek, yeni
coinlerin yaratılması bu doğal deflasyondan daha az bir düzeye düşecek, öyle ki
biz mutlak bir deflasyon, yani para miktarının düşmesini de yaşayacağız. Ama
kaybolan Coinler diğer Coinleri daha değerli yapacaktır. Bunu bitcoini olan
herkese yapılmış bir bağış gibi düşünebiliriz.
Bitcoin madenciliği kaynakların israfı olmuyor mu?
Bu tıpkı Altın ve onun madenciliğinde olduğu gibidir. Altın
madenciliğinin marjinal maliyeti daima altın fiyatı civarında bulunur. Evet
altın çıkarmak da bir israftır. Ama bir alışveriş aracı olarak altının
yararlılığı bunu fazlasıyla karşılar. Bitcoinde de durumun aynı olduğunu
düşünüyorum. Bitcoin ile mümkün olan para yollama yararlılığı, bitcoin
madenciliğindeki elektrik masraflarından çok daha büyüktür. Eğer bitcoin
olmasaydı bu çok daha büyük bir israf olurdu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)