28 Aralık 2018 Cuma

İSMET(İNÖNÜ) PAŞA (24 Eylül 1884 - 25 Aralık 1973) "CENGİZ ÖNAL TARAKÇIOĞLU" (Tarihçi, Araştırmacı-Yazar ANKARA) -Oldukça çalışkan, her zaman kendini yenileyebilen, olayları derinlemesine analiz edebilen, mükemmeliyetçi bir karakterde, öğrenmeye açık, okumaya meraklı, mütevazı, samimi, sakin yapılı, ciddi, dürüst ve kararlı bir kişiliğe sahiptir.

İSMET(İNÖNÜ) PAŞA
(24 Eylül 1884 - 25 Aralık 1973)
Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı’nda Batı Cephesi Genel Komutanı olarak büyük yararlılıklar gösteren İsmet Paşa, 24 Eylül 1884 tarihinde İzmir’de dünyaya gelmiştir. Babası Reşit Bey, Annesi ise Cevriye Hanım’dır.
Oldukça çalışkan, her zaman kendini yenileyebilen, olayları derinlemesine analiz edebilen, mükemmeliyetçi bir karakterde, öğrenmeye açık, okumaya meraklı, mütevazı, samimi, sakin yapılı, ciddi, dürüst ve kararlı bir kişiliğe sahiptir.
Askerlik yaşamı Sivas Askeri Rüştiyesi’yle başlamış, ardından Topçu Harbiyesi ve Harp Akademisi’nden mezun olmuş ve sonrasında Kurmay Yüzbaşı olarak Edirne’deki II. Ordu’ya atanmıştır.
31 Mart Olayı olarak bilinen harekâtta Harekât Ordusu’na katılmış, Yemen’e giden 4. Kolordu Kurmay Heyeti’nde bulunmuş, Yemen’de Binbaşılığa terfi ederek, Yemen Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı olmuştur.
Balkan Savaşı’nda Çatalca’da görev almış, aynı yıllarda Başkomutanlık karargâhında Harekât Şubesi Müdürlüğü yapmış ve Yarbaylığa terfi etmiştir. 1915 yılında Albaylığa yükselerek II. Ordu Kurmay Başkanlığı’na atanmıştır. Ardından, Doğu’da ve Suriye Cephelerinde Üçüncü, Dördüncü ve Yirminci Kolordu Komutanlıkları’nda görevler yapmıştır. Kısa bir süre sonra da; II. Ordu’ya atanmıştır.
İsmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun son çeyrek yüzyılı hakkında yazılanların hemen hepsinde yer alan, Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı'nın her aşamasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda, Türk Ulusu’nu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için gerçekleştirilen Türk Devrimleri’nin her birinde Mustafa Kemal Atatürk'ün hep yanında yer almış olan en yakın çalışma arkadaşıdır.
Falih Rıfkı Atay’ın, “İsmet Paşa Mustafa Kemal Atatürk’e adeta beyninin yarısı kadar yakındı…” sözleriyle ve isabetle kaydettiği tespitini bir kez daha vurgulamakta yarar görüyorum.
Lozan’ı, onun onurlu kararlılığından söz etmeden, cumhuriyetin ilanını izleyen Türk Devrimleri’nin gerçekleştirilmesinde Atatürk’ün en yakınında bulunmasının ve dolayısıyla devrimleri her yönüyle desteklemesinin ve Türk Demokrasi tarihindeki yerinin altını çizmeden İsmet Paşa anlatılamaz.
İsmet Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan bedenen ebediyen ayrılmasının ardından, Meclis tarafından, Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. 1950 seçimlerinden sonra Çankaya’daki Pembe Köşk’e yerleşmiş ve yaşamını, aramızdan ayrılıncaya kadar orada sürdürmüştür.
II. Dünya Savaşı kuşağının, Ülkeyi bu savaşa sokmayarak, milyonlarca Türk çocuğunun babasız kalmasını önleyen İsmet İnönü hakkında duygu dolu anılar taşıdığı bilinmektedir. Kuşkusuz o da, bu çocukların hepsi için bir baba kaygısı duymuştur. Türkiye’nin bu Savaş’a girmesini engellediği konusundaki bir eleştiriyi yanıtlarken: “Ülkemizdeki herhangi bir çocuğun, -Baba!- diye ağlamasına gönlüm razı olamazdı…” sözlerini sarf etmesini tarih kaydetmiştir. Savaştan sonra da çok partili siyasi rejime geçilmesinde en büyük desteği sağlamıştır.

İsmet Paşa, Büyük Devrimci Önderi ve zamanla da “Ağabeyim!” diye hitap ettiği Mustafa Kemal Atatürk’ün de yaptığı gibi, eğitime büyük önem vermiş ve ciddi derecede özen göstermiştir. Onun bu yönü Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli eğitim aşamalarına da yansımıştır.
14 Mayıs 1950tarihinde yapılan seçimlerin kaybedilmesinden sonra, 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Başkanı olarak siyasi yaşamını sürdürmüştür.
27 Mayıs 1960 harekâtından sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçilmiş ve 10 Kasım 1961 tarihinde yeniden Başbakanlığa atanmıştır.
1965 yılında bu görevden ayrıldıktan sonra milletvekili olarak siyasi yaşamına devam etmiştir.
1972’de Parti Genel Başkanlığı ve milletvekilliğinden istifa ederek; 25 Aralık 1973 tarihinde aramızdan ebediyen ayrılıncaya kadar, Anayasa gereğince, Cumhuriyet Senatosu doğal üyeliği görevinde bulunmuştur.
Türk Ulusu, İsmet(İNÖNÜ) Paşa’yı Cumhuriyet Tarihimiz’in en önemli yerlerinden birine yerleştirmiş ve asla unutmayacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün hemen yanında Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşımız’ın büyük ve başarılı Komutanı, Lozan Barış Antlaşması’nın mimarı ve Türk Devrimleri’nin en önemli şahsiyeti olan İsmet Paşa’ya, “Işıklar İçinde Kalması!” temennilerimi sunuyorum.
Saygılarımla…
***
Kaynak: Doğumundan Ölümüne ATATÜRK adlı kitabım.
CENGİZ ÖNAL TARAKÇIOĞLU
Tarihçi, Araştırmacı-Yazar
ANKARA

24 Aralık 2018 Pazartesi

YENİ DÜZEN ARAYIŞI "Amerikalı Demokratik Sosyalistler hareketinden Ethan Earle: Yüzde birlik en zengin kesim tüm gücü elinde topluyor. Bambaşka bir ‘Yeni Düzen’ için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var"

Yeni bir düzen için uluslararası dayanışma

Amerikalı Demokratik Sosyalistler hareketinden Ethan Earle: Yüzde birlik en zengin kesim tüm gücü elinde topluyor. Bambaşka bir ‘Yeni Düzen’ için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var
FATİH KIYMAN-ABD 
Vermont senatörü Bernie Sanders, eylül ayında The Guardian gazetesinde kaleme aldığı yazısında sol hareketi uluslararası seviyede organize olmaya çağırdı. Yunanistan’ın eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis bu çağrıya yanıt verenler arasındaydı. İlerici Enternasyonal olarak anılan bu hareketin toplumsal zeminde karşılık bulup bulmayacağı, kendine nasıl bir yol haritası çizeceği merak ediliyor. Amerikalı Demokratik Sosyalistler (ADS) Uluslararası Komite Yöneticisi Ethan Earle ile dünyadaki sistem krizini, uluslararası solun ve İlerici Enternasyonal’in geleceğini konuştuk.
► Ethan, öncelikle ADS’nin faaliyetlerinden biraz bahseder misin?
ADS uzun zamandır var olan bir siyasi hareket. Bernie Sanders’ın 2016 yılında Demokratik Parti aday adayı olduğunda yaklaşık beş bin üyemiz vardı. Bernie’nin kampanyasına destek verdiğimizde adaylık sürecinin birçok insanı heyecanlandırdığını, onları siyasete çektiğini gördük. Bunun yanında, insanların demokratik sosyalist sol düşünüşe ev sahipliği yapacak kurumsal bir yapıya ihtiyaç duyduğunu anladık. Ortak bir alan, bir faaliyet alanı arayışı vardı. O zamandan bu yana üye sayımız 55 bini aştı ve artmaya devam ediyor. Seçim siyasetinin içinde de, dışında da çalışıyoruz. İşçi hakları, ırksal adalet, iklim adaleti ve ekonomik adalet alanında birçok dayanışma faaliyetlerinde bulunuyoruz. Seçim döngüsü içinde ise çoğu zaman Demokratik Parti’yle birlikte çalışıyor, değerlerimiz örtüştüğü takdirde DP içinde statükoya baş kaldıran ‘aykırı’ adayları destekliyoruz. 6 Kasım’da yapılan ara dönem seçimlerinde eyaletlerin yasama organlarında 5-10 arası koltuk elde ettik. Kongre adayları arasında desteklediğimiz adaylar New York’tan Alexandria Ocasio-Cortez ve Detroit’ten Rashida Tlaib kongrede koltuk sahibi oldu.
►Yanis Varoufakis, solun mücadelesinin ‘iki katmanlı’ otoriter düzene karşı olduğunu söylemişti, bu katmanlardan biri de Demokratik Parti’yi de kapsayan ‘sözde liberal’ düzen. Bu perspektiften baktığımızda, Demokratik Parti’yle ilişkileriniz nasıl?
Öncelikle ‘liberal’ değerlerden ne anlamamız gerek, bu konuda dikkatli olmalıyız. Demokrat Parti’nin bazı liberal değerlerine katılıyoruz. Örneğin insan hakları, eşitlik konularında. Belli konularda DP’ye karşıyız. Aykırı adayları desteklediğimizden söz ettim - desteklediğimiz adaylar özellikle son on yıldır DP’de egemen hale gelen, insanların çıkarlarından ziyade şirketlerin çıkarlarını gözeten düzene karşı çıkan insanlar. DP ile gerilimli bir ilişkimiz var. Bazı üyelerimiz DP’yle hiç işbirliği yapmamamız gerektiği görüşünde. Dolayısıyla çoğulcu, farklı görüşlere ev sahipliği yapan bir yapımız var diyebiliriz.


Avrupa Sol Partisi’nin desteği önemliydi
► İlerici Enternasyonal, konusunda nerede duruyorsunuz? Bu yeni hareket hakkında ne düşünüyorsun?
Yanis Varoufakis’in çok iyi fikirleri var ve karşı karşıya kaldığımız küresel krizin altında yatan yapısal sebeplerin tarifini yapmakta çok iyi. Bambaşka bir ‘Yeni Düzene’ ihtiyacımız olduğunu söylemekte çok haklı. Ancak henüz kapsayıcı bir hale geldiğini düşünmüyorum. Fikir ilk olarak Bernie Sanders’ın eylül ayında kaleme aldığı makalede ortaya atıldı. Varoufakis bu çağrıya yanıt verdi ve belirli bir momentum yakalandı. Bundan gayet memnunuz. Sol kesinlikle uluslararası dayanışma içerisinde olmalı. Fakat pratikte bunun ne anlama geldiği sorusu henüz net değil. Herhangi bir plan ortaya koymadı. ADS olarak hareketin mümkün olduğunca kapsayıcı hale gelmesini umuyoruz. Benie Sanders’ın bu planı ortaya koymasını bekliyoruz. Kapsayıcılık adına diğer önemli bir nokta Avrupa Sol Partisi’nin verdiği yanıt oldu. Bu parti Avrupa genelinde 30 milyon oyu temsil ediyor, Varoufakis’in temsil ettiği kozmopolit, şehirli kesime kıyasla bu çok önemli bir taban. Bildiğimiz kadarıyla perde arkasında görüşmeler sürüyor.
►Uluslararası toplumsal iklime baktığımızda popülist otoriter liderlerin yükselişini görüyoruz ve bunun verdiği mesaj çok net: İnsanlar öfkeli. Düzenin değişmesini istiyorlar. Bu öfke İlerici Enternasyonal gibi hareketler için umut kaynağı olabilir mi?
Kesinlikle. Bernie Sanders bunu 2016 seçimleri sonrasında çok güzel ifade etti. Donald Trump’a oy verenlerin, ana akım siyasete mensup kimsenin sözünü etmediği bir problemi doğru teşhis ettiklerinden bahsetti. Ancak doğru teşhis edilen bu problemin çözümünün Trump olmadığını söyledi. Bernie Sanders bunu yaparak daha kapsayıcı bir siyaset dili benimsedi – popülist öfkeyi ilerici harekete kanalize etmeyi amaçlıyor. Örneğin ticaret anlaşmaları konusuna bakarsanız, dünyanın her yerinde geniş kitlelerin bu anlaşmalara yönelik hislerine bakarsanız yine bunu görüyorsunuz. Bunlar neoliberal ticaret anlaşmaları ve Bernie’nin söylediği gibi burada bir ortak payda var. Oligarşi düzenine ve kapitalist şirket sınıfına –yani yüzde bire– karşı yeni bir çoğunluk oluşturulması fırsatı var. Yüzde birlik en zengin kesim geriye kalan nüfusun çıkarları pahasına tüm parayı ve gücü elinde topluyor. Bunu hiç de demokratik olmayan, hesap vermeyen şekillerde yapıyor.
Popülizm solun önündeki en iyi seçenek değil
► Popülizmin şimdiye kadar ‘sağın tekelinde’ olmasının sebebi nedir? Birçok insanın sorduğu gibi, sol popülizm mümkün mü?
Bence sağın ‘güç’ ile farklı bir ilişkisi var. Sağ siyasetçiler güce ne pahasına olsun sahip olmak istiyorlar, her araca başvuruyorlar. Sonra da kendi çıkarları için güce tutunuyorlar. Sol ise konuya daha ahlaki yaklaşıyor. Yalnızca güç için güce sahip olmak istemiyoruz. Gücü daha iyi bir dünya inşa etmek için istiyoruz. Güç ile ilişkimiz daha ahlaki ve dayanışma kültürüne dayanıyor. Bu da güç ile olan ilişkimizi sağa kıyasla daha karmaşık kılıyor. Popülizm de bu açıdan hassas bir konu. Podemos bu konuda ilginç söylemlere sahip, toplumsal sembollerin sahiplenilmesi ve ilerici söylemlerle doldurulmasından söz ediyor. Sol popülizm konusunda karmaşık hislere sahibim. Bazı durumlarda doğru strateji olabilir. Fakat aşırı sağın oynadığı gibi oynamaya çalışırsak muhtemelen onlar kadar iyi beceremeyiz ve kendimizi onlara benzettiğimizle kalırız. Bence bu gerilimi İlerici Enternasyonal’de de görüyoruz. Bernie’nin bir bakıma popülist olduğu düşünülebilir. Varoufakis ise popülist olmadığını açıkça dile getiriyor. Genel anlamda şunu söylemek lazım. Popülizm solun önündeki tek seçenek de değil, en iyi seçenek de.
***
Dayanışma çağrısı
ADS’nin New York topluluğunun Uluslararası Komitesi var. Kısa süre önce Türkiye’de ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Max Zingast üzerine bir etkinlik düzenlediler. Biz suçlamaların tamamen düzmece olduğunu, tutuklamanın hukuksuz ve gayriahlaki olduğunu düşünüyoruz. Düzenlediğimiz etkinlikte yalnızca Max’in durumuna değil, Türkiye’de aynı durumda bulunan diğer gazetecilerin ve muhaliflerin durumuna da dikkat çekmek, Türkiye’deki insanlarla dayanışma içinde olmak istedik. Bunu özellikle dile getirmek istedim.
BİRGÜN GAZETESİ -19.12.2018 09:10- DÜNYA // Alıntı&Kaynak: https://www.birgun.net/haber-detay/yeni-bir-duzen-icin-uluslararasi-dayanisma-240674.html

3 Aralık 2018 Pazartesi

ENTERESAN!.. "BASIN VE SOSYAL MEDYA'DAN SEÇMELER" -Dünyada bir ilk: Bir gazeteyi okuyunca, beşini birden okumuş oluyorsunuz!.. -Eller AY'a biz yaya.., NASA & DİYANET (Alıntılar: UYANDIRMA SERVİSİ)



Ali Rıza Demircan, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet  Misbah Demircan’ın babası
Von: eturkiyeyizbiz@googlegroups.com [mailto:eturkiyeyizbiz@googlegroups.com] Im Auftrag von NACI AKIN
Gesendet: Montag, 3. Dezember 2018 07:43
An: eTurkiyeyizBiz@googlegroups.com
Betreff: RE: [Turkish Forum - E Turkiyeyiz Biz] Demircan

16 Kasım 2018 Cuma

10 Kasım real politik?! "Hayrullah Mahmud Özgür/Cüneyd Şaşmaz" Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Mahir Kaynak'ın Kızı Deniz Ülke Arıboğan, - ATATÜRK Günümüz Türkçesi ile ifade edecek olursak, "Çok kutsal, mukaddes" midir!?

10 Kasım real politik?!

Hayrullah Mahmud Özgür
Cüneyd Şaşmaz


Soru şu:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ecnebice'siyle (Almanca'ya Lüksemburg üzerinden girmiş şekli ile) söyleyecek olursak; "sakrosankt" mıdır!?
Günümüz Türkçesi ile ifade edecek olursak, "Çok kutsal, mukaddes" midir!?
Nitekim...
Açık seçik söyleyecek olursak; ilahi dokunulmazlık seviyesinde kutsallığa sahip midir?!
El cevap:
Hayır!
Öyle olmuş olsa, istihbarat artığı kalem'ler sabah'tan akşam'a küfret(e)mezdi.
Kaldı ki; herkes Mustafa Kemal'i sevmek zorunda değil!
Ne var ki, "saygı" şart.
Ki...
Şu saat'ten sonra, "Saygısızlık" yapanı çıktığı deliğe sokarlar.
Neden, niçin, niye?!
Konjonktür değişti.
İhtimal odur ki, kayan eksen'den mülhem, 2019'da bazı kelle'ler aramızda olmayacak.
Zira...
Fransızcası ile ifade edecek olursak, devir "Largeur"a yani genişlik'e uygun değil!
Tam Türkçesi ile söyleyecek olursak, "aşırı hoşgörü, tepkisiz kalma" dönemi sona erdi.
Almancası ile söyleyecek olursak, "Vorrecht" yani "ayrıcalıklı ve başkalarından önde olma hakkı" el değiştirdi.
Hasılı:
Siyasal Laik bir çizgi "Büyük Resim" kapsamında yükselişte.
Ezcümle:
Mustafa Kemal Atatürk her daim "Plus ultra"!
Şahika'daki Türk, Atatürk.
https://hayrullahmahmudozgur.blogspot.com/2018/11/plus-ultra-veveya-pas-lekesi-nasl-ckar.html
Soru şu:
Laik'lik evrensel mi yerel mi?!
El cevap:
Laik'lik evrensel bir doğru.
Hakikat!
1786'da Fransa üzerinden yükselmiş ama Fransız değil!
1776, ABD.
Yani?!
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkçülük'ü de laik'tir, milli'dir, aynı zamanda yereldir.
Günümüz kavramı üzerinden söyleyecek olursak, "Glokal"dir.
Hem global hem de yerel!
Nüans?!
Soru:
İslamiyet, evrensel midir yoksa yerel midir?!
El cevap:
Evrensel'dir.
İslam, Allah'ın dünya'yı değil, yetmez, kainat'ı yönettiği sistem/yazılım'ın adıdır.
O zaman, İslam'ı Arapça'ya ya da Arap'ın zekasına, Laik'liği Fransızca'ya ya da Fransız'ın zekası'na indirgemenin ne manası var?!
Medeni devletler seviyesi aşılacak ise fasit daire'den çıkmak elzem.
Nüans?!
Mustafa Kemal'in Türkiyesi, İslam'ın emrettiği hiçbir evrensel değer'le uğraşmadı, hurafeleri içinden ayıkladı.
Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i, Laik'liğe içinde yaşadığımız dünya'nın gözü ile "ulusal" bir pencere açtı.
Demem o ki:
Devir, A'yı B'ye bağlama devri.
Demem şu ki:
Aynı şeyleri tekrar ederek farklı sonuçlar elde etmek mümkün değil ise evrensel değerleri ıskalamadan, dünyada genel kabul görmüş doğruların ışık'ında, İslam'a da Laik'liğe de özde ve/veya "saf" yani "milli dokunuşlar" yapmak mümkün.
Hasılı:
Dönem'in zor şartları içinde, Osmanlı'nın bakiyesini her türlü provokasyon'a, isyan dürtüklemelerine rağmen, aynı çatı altında tutmayı başarmış ise Gazi, Milyon'da 1'ler olarak biz'ler de, neden olmasın?!
Ezcümle:
Geçmiş'ten her şey alınır, bugün'ün sorun'ları için kopya çözüm alınmaz!
Demirel'in deyişiyle "Dün'ün güneşi ile bugün'ün çamaşırları kurutulmaz!"
Bugün'ün sorunlarını çözmek için çağ'ın ruhu'na uygun düşen stratejik akıl elzem.
Geçen gece HT'de, Büyük Sorular'da, (Mahir Kaynak'ın kızı) Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan vardı.
Yeni kitap'ı "DUVAR"ı anlattı.
http://denizulkearibogan.net/duvar/
Kitap'ı okumadım ama ekran karşısından dikkatle dinledim.
(Dünya tarihinde benzeri var mıdır bilmiyorum, kendi sesine dublaj yapan programın sunucusu müdahale etmese, daha da akıcı bir sohbet olabilirdi.)
Bu çerçeve'de birkaç katkı notu:
Prof. Arıboğan, "II. Dünya Savaşı'na akan süreç'ten farklı bir tablo yok" diyor.
"II. Dünya Savaşı çıkmadan önce de kimse çıkacağını tahmin etmiyordu", diye de ekliyor.
Yani?!
İçinden geçmekte olduğumuz zaman diliminde olduğu gibi durumu var.
Hal böyleyken:
1. Duvar'dan anlaşılması gereken, medeniyet duvarı!
Daha açık ifade ile söyleyecek olursak, Deniz Hanım'ın anlatımını, 2002'de Çırağan'da konuşma yapan Clinton'un "2 milyar dünyalı" argümanı üzerinden yorumlamak mümkün!
ABD'den Rusya'ya enerji bazlı güvenlikli otoyolu!
2. Duvar'ın önünde yani Batı Roma içinde CIA Gehlen Rothschild iletişim zinciri var.
Duvar'ın öte tarafında yine Rotschild'ın yönlendirdiği Doğu Roma istihbarat'tan mülhem ayak'a kaldırılan Çin var.
Çin, Afrika, Avrupa vb olmak üzere, Batı ile her yerde kafa kafaya rekabet'te!
Yeni duvar'ı, "Çin Seddi"nin yerine Çin'e karşı sed/duvar diye okumak da mümkün!
Sanayi 4,0 da Çin'in ucuz işgücüne verilen bir başka cevap.
3. Karşıt'ı olmadan hiçbir güç pozisyon'unu koruyamaz ise yeni dönem'de Çin, komünist Rusya'nın yerini alıyor, ABD'ye, AB'ye, ezcümle Batı Roma'ya karşı!
Putin ise Almanya üzerinden yeni süreç'in enerji tedarikçisi!
4. II. Dünya Savaşı'na akan süreç'te "Duvar", "future/gelecek" film'lerinde olduğu gibi, "Batı" ile The Others yani "Diğerleri"nin arasına çekiliyor!
Meksika ile araya çekilen duvar, Suriye ile araya çekilen duvar vb.
Yani, Dünya içinde yeni bir dünya ya da Roma yeniden inşa ediliyor.
Doğu/Batı Roma vb.
Büyük resim'de kaos'tan çıkması istenen, beklenen enstantane!
Ortak değerlere sahip yeni dünya düzeni!
5. Felsefeciler, tarihe geçmiş filozoflar, dünya tarihine yön veren dönem'in mutfak'larının aşçıları ise günümüz kordüğüm'ünün çözümü, 1776, 1789 değerlerinin içinden yükselmekte olan kozmik akıl'da saklı!
Türkiye bu çerçeve'de kararını verecek, hangi dünya'nın içinde yerini alacak?!
Osmanlı eksi dünya'ya aitti tarih oldu.
Laik Türkiye Cumhuriyeti yeni dünya değerlerinin içinden yükseldi!
6. Post modern harp kapsamında Batı'nın içinde istihbarat savaşları yaşandı, teröristler de taşeron şiddet işçisi.
Med Mezir kapsamında, Trump, Neo II. Dünya Savaşı'na akan süreç'i temsil ediyor.
Çözüm enerji bazlı sulh'ün yüksek matematiği üzerinden gelecek.
Küre'nin kilit taşı yine Anadolu, Türkiye üzerinde çatılacak.
7. Deniz Hanım, emeklilik günleri için sakin bir Ege kasabasına yerleşmekten bahsetti, zımnen Urla dedi.
İngiltere'de yapılan toplantı kapsamında, Rus istihbaratının açtığı sahte hesaplar üzerinden yönlendirilmek istenen ve aşırılığa kaçmaya müsait gençliğe, süreç'e dikkat çekti.
Siber savaşı anlattı.
Sinek büyüklüğünde dron'lar ile yapılan suikastler vb ise Türkiye'nin savunma anlamında geriden geldiğinin altını çizdi.
Batı CD kullanırken, VCD fabrikası açmak gibi ya da renkli televizyona geçildiğinde siyah beyaz tv fabrikası kurmak gibi, akıllı telefon vb.
Hasılı:
Sorun belli.
Çözüm belli.
A'dan B'ye ne kadar sürede varılacağı ise "ortak akıl"da saklı!
Voltran elzem.
Ezcümle:
“Sadelik; karmaşanın en son noktasıdır!”
Leonardo da Vinci
https://hayrullahmahmudozgur.blogspot.com/2018/11/voltran-veveya-hangi-duvar-kime-duvar.html
Hayrullah Mahmud Özgür & Cüneyd Şaşmaz

10 Kasım 2018 Cumartesi

Atatürk’ü Özlemek… "Arzu KÖK, Eğitimci/Araştırmacı-Şair ve Yazar" -On Kasımlarda ise bu algılama farklı bir boyut kazanır; varlığımızı muhtaç olduğumuz Gazi Paşa’nın bakışları üzerimde gezinir adeta… Bakışlarının ışığında sanki bir şeyler söyler gibidir; bir şeyler hatırlatmak istercesine derin derin bakar durur enginlere…

Atatürk’ü Özlemek…
Arzu KÖK, Eğitimci/Araştırmacı-Şair ve Yazar
Kasım genelde insana bir ninenin sararan benzini, aklaşan saçlarını, yılların izini taşıyan buruşuk yüzünü; çilenin, vefasızlığın, ihanetin, nankörlüğün derin acısını yansıtan bakışlarını; çatlaklar dolu nasırlı ellerini hatırlatır… Bahçelerde biriken sarı gazeller arasında canlı kalmaya çalışan, mevsimin yeşilliklerini temsil eden incecik dallı çimler, otlar, sümbüller, kasımpatılar ise geleceği, tabiatın doğurganlığını, doğanın ölümsüzlüğünü hatırlatır…
On Kasımlarda ise bu algılama farklı bir boyut kazanır; varlığımızı muhtaç olduğumuz Gazi Paşa’nın bakışları üzerimde gezinir adeta… Bakışlarının ışığında sanki bir şeyler söyler gibidir; bir şeyler hatırlatmak istercesine derin derin bakar durur enginlere…
Seslendiğini duyarım en derinlerden:
En büyük mirasım olarak bildiğim Cumhuriyet okulları
-“Hey çocuk, bak bu tarafa!
Duydum ki bazıları müstemleke muhtarı edasıyla, en büyük mirasım olarak bildiğim Cumhuriyet okullarında ve resmi dairelerde asılı duran resimlerime kafayı takmış; resimlerimin okullardan, devlet dairelerinden indirilmesini istermiş!... Andımızın kaldırılmasını istemiş ve de kaldırılmış. Okullarımızdaki eğitim laiklik çizgisinden uzaklaştırılmış, dini kisveye bürünmüş!... Hani bunların dışarıdan dayatılmasını anlarım da; kuyruk acıları vardır, sömürgeleştirmek istedikleri Anadolu’nun bağrında derslerini aldıkları için kinlerini kusuyorlar, anlarım onları… Fakat kurduğum Cumhuriyet okullarından yetişip bir yerlere gelen, hele Prof. ünvanı almış birilerinin benden, benim eserlerimden gocunmalarını anlayamıyorum… Cumhuriyet bunlara hiç mi bir şey öğretmedi?... Söyle bre çocuk söyle, hiç mi öğretmedi?...”

-“Iııı!...”
-“Peki çocuk!... Anlaşılan cevaplayamıyorsun bu sorunun cevabını… Daha kolay sorayım o zaman; Türk Milletiyle beraber kan akıtarak kurtardığım vatan toprakları üzerinde bu kadar hain nasıl oldu da bir araya geldi? Bu kadar mı haini bol bir millet oldunuz? Sonra, kurduğum laik Cumhuriyetin nimetlerini kullanarak, onun kutsal değerlerini ticaret matahı yaparak gizli ajandalarında yazılı amaçlarını gerçekleştirmek isteyen kadroları nasıl olur da işbaşına getirdiniz?... Söyle bakalım çocuk, söyle nasıl?...”

-“Iııı!...”
-“Hey, çocuk!... Savaş meydanlarında, piyonlarını cepheye süren Batı emperyalizmini yendiğimiz günleri hatırla… Yokluk ve sefalet içinde, hastalıklar içinde kıvranarak; yılların savaş yorgunluğu ve bir tek kişiye ram olma, ümmet olma düşüncesinin egemen olduğu bir ortam içinde; hürriyetini, onurunu, iffetini korumuş olan bu necip millet, her türlü olumsuzluğa rağmen Batı emperyalizmi karşısında diz çökmedi. Türk milleti adına, sözde milli irade adına, çirkin politikacı simsarlarının önüne neden geçmiyorsun? Nasıl oluyor da bu milletin, Batının şamar oğlanı olmasına izin veriyorsun? Sana emanet ettiğim Cumhuriyeti böyle mi koruyacaktın?...”

-“Iııı!...”
-“Hey çocuk!... Kırk yıldır kapısında bekletilen AB kuzulkurdasının varlığının yarın devam edeceğinden kim emin olabilir ki? Adam gibi adam, insan gibi insan olduğun zaman başkaları sana gelecektir… Bunu başaramadığın için başkalarının kapısında bekletiliyorsun! İstenmeyen yere neden illa da misafir olmak istiyorsun, söyle bakalım evlat? Senin sahip olduğun kudretin, yapay AB oluşumunda olmadığını ne zaman fark edeceksin ki?...”
“Sana karşı hırçınlığı, seni hakir görmeleri, aşağılamaları, komiserleri tarafından azarlanmalarının sebebi budur, bunu ne zaman anlayacaksın sen çocuk? Ne zaman kendi değerlerine, benliğine, öz varlığına dönüş yapıp, silkineceksin ve kendine geleceksin, ne zaman?...”
“Hiç mi kurtuluş mücadelemizi okumadın; hiç mi geçmişine dönüp bakmadın; hiç mi atanı-dedeni, ecdadını tanımadın? Ataların düşmanları, yani dünün düşmanları bugün de farklı şekillerde senin düşmanların; sadece çizmeli değiller, kravatlılar… Mütareke yıllarında, biz cephede savaşırken iç düşmanların varlığını, arkadan hançerlemelerini kimse anlatmadı mı?”
-“ Peki çocuk, Yırtık fotin, yalın ayak, yamalı esbap, çakaralmaz tüfekle savaşarak bu vatanı, Anadolu’yu düşmanın esaretinden kurtaran Mehmetçiğin çektiği sefaletin, açlığın, yokluğun, acının farkına hiç vardın mı?”
-“Sadece vatan ve bayrak diye tutuşan bir ruh, çarpan bir yürek, vatan için şehit olmaya yeminli, senin yarı yaşındaki o taze fidan gençlerin hikâyesini hiç okudun mu, okuttular mı sana?”
-“Hiç bahsettiler mi Çanakkale’de şehit olan 250 bin gencin hikâyesini?”
-“Kınalı kuzuların hikâyesini anlattılar mı sana; sizleri, onların eseri olarak tanımladığım öğretmenlerin anlattı mı?”
-“…???!!!...”
-“Tabii ki okutmadılar… Anlattırmadılar… İşlerine gelmez, onları bilmen…”
-“Bilirsen uyanırsın, vatan toprağına sahip çıkarsın…”
-“Uyutulman gerek… “
-“Dünyanın nefsanî zevklerini öne çıkarıp, bir vurdumduymazlık içine sokulduğun için bunlardan haberin olmuyor… “
-“Yurdunun her noktası farklı amaçlar için adeta işgal edilmiş; ister yerli uşaklar, ister yabancı ortaklar aracıyla olsun…”
-“Anadolu’nun yeniden kurtuluşu gerek, çocuk… Farkında mısın?...”
-“Sana niye emanet ettim ben bu ülkeyi?...”
-“Uyuyasın diye mi?...”
-“Har vurup harman savurasın diye mi?...”
-“Uyan, çocuk uyan!... Yarın çok geç olabilir…”
-“…???!!!!....”
Hele ki 10 Kasımlarda hep bunlar gelir kulağıma. Utanırım. “Affet beni Gazi Paşam, affet…” diye haykırasım gelir…
İçinde olduğumuz ve birilerinin refah ufkuna doğru yol aldığını sandığı geminin çok hızla su almakta olduğunu, yakında bir karaya ya da sivri kayalara bindirme tehlikesinin varlığını görebiliyor muyuz?…
Bu toplumun uyuyakalmasını söyleyerek onu uyutmaya çalışanlar yazık ki, gizli ajandalarını gerçekleştirme yolunda hayli mesafe aldılar…
Umuyorum ki uykuda olanlar bir an önce uyanır ve üzerindeki rehaveti atar ve silkelenip kendine gelir…
Ülkenin kaderine el koyar, vatan topraklarına sahip çıkar…
Umalım ve bekleyelim...
Bakalım bu 10 Kasım’da Gazi Paşanın uyarıları sonuç verecek mi?...
Arzu KÖK

2 Kasım 2018 Cuma

ALİ NAİLİ ERDEM (*) 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız (95. Sene-i Devriyesi) Hayırlı, Kademli ve Kutlu Olsun - 95. Kuruluş Yıl Dönümü (Ulusal Haber Gazetesi & Ulusal Ajans.ÖZEL) Mesajı (ANKARA)

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız

Ali Naili ERDEM
Sanayi, Çalışma ve Milli Eğitim Bakanı
1, 2, 3, 4 ve 5. dönem İzmir Milletvekili.
Demokratlar Kulübü Onursal Başkanı


Yeri doldurulamayacak bir deha. Özgürlük ve bağımsızlık aşkıyla yanıp tutuşan bir lider. Karanlıkları aydınlığa kavuşturan bir Türk sevdalısı, bir yüce ruh olarak yeni bir devlet ve yeni bir milletin mimarı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.
Artık dünyada bağımsız bir Türk devleti vardır.
Ve ebediyen var olacaktır.
“Türkün unutulmuş meziyetleri geleceğin yüksek uygarlık ufkundan bir güneş gibi doğacaktır” sözleri halk idaresinin iktidar olacağının dile getirilişidir
Bitmiş, tükenmiş ve parça parça yok edilmiş Osmanlı imparatorluğunun Sevr’de cenaze töreni hazırlanmışken, “Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” mısraını haykırarak destanlar yazan “SARI MUSTAFA”cumhuriyeti kurmayacaktı da ne yapacaktı. Ömrünü tamamlamış ve batılı emperyalistlere teslim olmuş sultanlığı mı devam ettirecekti. Bin bir ihanetin ve entrikanın içinde Gök kubbenin gördüğü en büyük imparatorluğun yıkılışını devir mi alacaktı. Yoksa tarihin sayfalarında unutturulmağa çalışılan Türk’ün yok edilmesine seyirci mi kalacaktı?
HAYIR!..
O, karakterce demokrat, inanç bakımından özgürlük rejimcisiydi.
ESARETE HAYIR!..
KÖLELİĞE, EZİLMİŞLİĞE evet demektense Atalarımız gibi dövüşe dövüşe ölmeyi tercih ederiz nidalarıyla Sakarya’yı, Dumlupınarı, büyük taarruzu zaferlerle donatarak insanca yaşamanın yolu olan cumhuriyeti çizmiştir.
Milletin doğuşu olan kurtuluşun ardından “Devlet siyasetinin bir şahsın aklından değil halkın vicdanından çıkması gereklidir” ilkesi ile TBMM kurulmuş egemenliğin kayıtsız, şartsız millette olduğu yeni devletin kalbi olarak bütün Dünyaya duyurulmuştur
Cumhuriyet bir faziletler buketidir.
Özgür düşünce, özgür fikir ve gönülden yaşanılır aydınlık bir dünya. Bir uygarlık iklimidir cumhuriyet. Hukukun üstünlüğünde güven içinde yaşamaktır. Dahası adil düşüncelerin iktidarı ile aklın ve ilmin berraklığında taassubun her çeşidinin yok edilmesidir. Laiklik bu anlayışın içinde yerini almıştır. Farklı inançların ayni topraklar üzerinde yan yana yaşamasını temin eden laiklik batının bir kopyası olmayıp bizim yaşamımızın ürünüdür.
Milli irade ile bezenmiş olan Cumhuriyet öylesine bir kara sevdadır ki ülkenin bütün fertlerini bünyesinde yaşatırken hoşgörünün ve eşitliğin temin ettiği huzur ortamında korkusuz yaşamanın mutluluğunu verir.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki; "Büyük kurtarıcı cumhuriyeti kurmasaydı bugün Ezanla şenlenen minareler çoktan çan kuleleri olurdu." 
Her türlü ayrıcalığı ret eden Atatürk, Cumhuriyetin toplayıcı niteliğini esas alarak “Birimiz hepimiz için. Hepimiz birimiz için” anlayışını egemen kılmıştır. Hiç kimsenin ne doğdukları yerlere baktılar ve ne de tenlerinin rengine. Kan tahlillerinin peşinde de koşmadılar: Laboratuvar milliyetçiliğini ret ettiler. “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışını cumhuriyetin amentüsü yaptılar. Bu anlayışla devlet milli, okul milli, müfredat milli olmuştur.
Milletleri “hür ve bağımsız kıldığı gibi köleliğe tutsak eden de” eğitimdir anlayışı top yekun bir eğitim seferberliğini başlatmıştır ki bu ancak cumhuriyet rejimi içinde mümkündür. Bu yapıldığı gibi ayni zamanda “kazandığımız askeri zaferler ekonomik zaferlerle taçlandırılmalıdır” ilkesi hayata geçirilmiş ve Türkiye bir şantiye olmuştur. Zengin bir Türkiye. Hiç kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde yürüyen; yürüdükçe büyüyen, yenileşen, yenileştikçe yürüyen bir Türkiye hedef kılınmıştır.
“Bu vatan; Çocuklarımız ve gelecek kuşaklar için, cennet yapılmaya layıktır. Bu ekonomiyle olacaktır” sözleri cumhuriyetin önemini perçinlemektedir. Bunun içindir ki, darmadağınık topraklar üzerinde Türkiye Devletini kurma mucizesini yaratan Atatürk Cumhuriyet, Adalet, Hukuk ve Demokrasi sevdalısıdır.
Demokrasinin tam ve en belirgin hükûmet şekli olan Cumhuriyet bizim gerçeklerimizin ürünüdür. Kopya olmadığı gibi taklitte değildir. Bize özgü yapısıyla bir başka benzeri de yoktur.
Ahlâk üstünlüğüne dayanan bir ülkü olan Cumhuriyet, Türk milletinin yaradılışına va alışkanlıklarına en uygun düşen yönetimdir. Halkın hiçbir dönemde Cumhuriyetten bir şikayeti olmamıştır. TBMM den de bir sıkıntısı yaşanmamıştır. Elinde bayrağı, dudağında istiklal marşı ile uygarlık yolunda “Yüksek Türk, yüksel, senin için yükselmenin hududu yoktur” inancı ile Cumhuriyete sahip çıkmıştır.
“Türkiye Cumhuriyeti her manası ile büyük Türk milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlâtlarının elinde daima yükselecek ve ebediyen yaşayacaktır.” (29/Ekim/2018 & Ali Naili Erdem)

(*) ALİ NAİLİ ERDEM:
1927 İzmir, Kemalpaşa doğumlu ve Ankara Hukuk Fakültesi mezunu Avukat.
1961-1980 arası 1, 2, 3, 4 ve 5. dönem İzmir Milletvekili.
Sanayi, Çalışma (iki defa) ve Millî Eğitim Bakanlığı yaptı. 1980 askeri darbesinden sonra ülkenin çeşitli İl ve İlçelerinde konferanslar verdi. Radyo ve Televizyonlarında konuşmalar yaptı.
Demokratlar Kulübü Derneği Onursal Başkanı Erdem, evli ve üç çocuk babasıdır.

14 Ağustos 2018 Salı

ÜÇ ARTI BİR VEYA ÜÇÜN BİRİ "Rifat Serdaroglu" -Kimse lafı yandan dolaştırıp, karnından konuşmasın. "PARTİ DEVLETİ=DİKTA" ve "FİKİR FAHİŞELERİ" Toplam: Üç Güncel Makale

ÜÇ ARTI BİR VEYA ÜÇÜN BİRİ
Rifat Serdaroglu
Kimse lafı yandan dolaştırıp, karnından konuşmasın.
Bu iş, kimsenin şahsi veya siyasi çıkarı meselesi değildir. Bu yüzden açık konuşun. Korkmayın, en az Kurtuluş Savaşında can veren dedelerinizin cesaretinin zekâtı kadar cesur olun.
Konu, ülkenin geleceği ve güvenliği meselesidir.
Evlatlarınızın, ailenizin geleceği için bile konuşamayacaksanız ve Güler Sabancı gibi yağcılık yapmaya devam edecekseniz, yazının bundan sonrasını okumayın ve lütfen bizden uzak durun…
2002 yılından beri Türkiye’yi “TEK BAŞINA” ERDOĞAN yönetir.
Bakanlardan milletvekillerine, sivil ve askeri bürokrasiden bölge müdürlerine, hangi cemaatin devlete sokulacağına, kimin zindana atılacağına Erdoğan tek başına karar verir. (Ver Papazı, al Papazı, yargıda yapalım şeyini)
AKP’de “ŞARTSIZ İTAAT” geçerli olduğundan, herkes Erdoğan’ın hoşuna gidecek şekilde konuşur. Bu yüzden Bakan- Milletvekili- Bürokrat- Danışman, doğruları Erdoğan’a söyleyemezler.
Yıllardır yazıyoruz, söylüyoruz;
“Krizi çıkaran borçtur. Bu kadar borç aldınız, borçla ÜRETİM DEĞERİ olmayan inşaatlar yaptınız. Bu borcu çeviremezsiniz, batarız” dedik. Her aklı başında yönetici, ekonomist bunu söyledi ama siz dinlemediniz. Üstelik sizi uyaranları muhalif diye hapse attırdınız.”
Şimdi sizi uyardığımız noktaya geldiniz. Akıllanıp çare arayacağınıza yine kendinizi ve milleti kandırmaya başladınız. Yok faiz lobisi imiş, yok dolar lobisi imiş, yok Trump imiş! Suçu başkalarına atıp kurtulma çabasındasınız.
Bu dediklerinizde haklı olsanız bile iktidar tek başınıza sizsiniz, engel olsaydınız! Bu sebepten;
Yaşadığımız ekonomik ve siyasal krizin TEK SORUMLUSU ERDOĞAN’DIR…
Devlet yönetiminde YETKİ kimde ise SORUMLULUK da ondadır.
Yanlış yapmayacaktınız, dışardan müdahale varsa engelleyecektiniz.
Siz çocuk mu kandırıyorsunuz?
Türk Milletini, burunlarından yakaladığınız Güler Sabancı gibi yağcılardan mı sanıyorsunuz?
Namusuyla çalışan, çoluk çocuğunun nafakasını çıkarmak için ter akıtan insanlarımızı ne hale soktuğunuzun farkında mısınız?
Son 1 yılda Türk Lirası, ABD Doları karşısında %100 geriledi.
Bu bal gibi enflasyondur. Sene başında 1 TL’ye aldığımız malı bugün 2 TL’ye alıyoruz.
Bu herkesin fakirleştirilmesi demektir.
2002’den bu yana TUİK rakamlarına göre uluslararası tefecilere 800 MİLYAR TL FAİZİ siz ödediniz siz!
Türk Milletinden aldınız, yabancı tefecilere verdiniz.
Bir Japon siyasetçi veya bir Alman şansölyesi, ülkesini bu hale düşürseydi, ne yapardı, hiç düşündünüz mü?
Siz hiç olmazsa istifa edin. Her onurlu siyasetçi gibi.
Hep söylüyorum Sayın Erdoğan;
Siz, Sultan-Padişah-Şah-Kral değilsiniz.
Siz, yeterli eğitimi olmayan sıradan birisiniz. Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp, seçim oyunlarıyla belli bir zaman dilimi için ülke yönetimini üstlenen bir vatandaşsınız. Süreniz bitince nasılsa gideceksiniz.
Daha kötü durumlara düşmeden, milleti de düşürmeden istifa edin, bırakın bilenler ülkeyi bu bataktan kurtarsınlar!
Neden “İstifa edin” diyorum biliyor musunuz?
Siz bu anlayışınızla, orada durduğunuz müddetçe hiçbir şey düzelmez de ondan!
Bugüne kadar ki tavrınıza bakınca bu öğütü de tutmayacağınız belli oluyor.
Hiç olmazsa o zavallı damadınızı ortaya atıp, çocuğu malamat etmeyin.
Piyasa kurtlarını, ÜÇ ARTI BİR modeli ile kandıramazsınız.
Sonunda ÜÇ te onların, ARTI BİR de onların olur!
ÜÇÜN BİRİ kimin elinde kalır, orasını da yaşarsak göreceğiz…
Not; Sayın Erdoğan! Türk Milleti kendisini tehdit edesiniz diye size oy vermedi.
Siz, bizzat kendiniz 24 Haziran’da seçimi kazanırsanız, ekonomiyi düzelteceğiniz sözünü verdiniz. Sizin kimseye bağırmaya azarlamaya yetkiniz yok.
Bilin ki her bağırdığınızda her tehdit ettiğinizde hem demokrasiden uzaklaşıyorsunuz hem de dövizi arttırıyorsunuz. Bu tarz konuşmaya devam ederseniz, ekonomik çöküntüyü “Federe İslam Devletine” gidişin yolu olarak gördüğünüz anlamı çıkar ki bu Türkiye’yi kaosun kucağına atar.
Lütfen, istifayı bir daha ve ciddi olarak düşünün. Kuralı siz koymuştunuz!
“İstediğimiz Başkanlık sistemine geçmiş bulunuyoruz. Ben dahil kimsenin mazeret hakkı kalmadı. Yapamayan gider, yapacak olan gelir.” Erdoğan…
Sağlık ve başarı dileklerimle 13 Ağustos 2018
Rifat Serdaroğlu

PARTİ DEVLETİ = DİKTA
28 Nisan 2017 tarihindeki “Parti Devleti” başlıklı yazımda, Erdoğan’ın T.C Devletini süratle “Parti Devletine” dönüştürdüğünü ve bunun Türk Milleti için büyük bir felaket doğuracağını yazmıştım.
Yazdım da ne oldu?
Dikkatli okurlarımdan destekleyen mesajlar geldi, mahkemeden celp geldi, yargılandık ve tazminata mahkûm olduk, zar zor ödedik! Olan bu!
Hiçbir siyasi parti yetkilisinden “Arkadaş sen ne diyorsun? Biz buna geçit vermeyiz, hazırlığımız var, rahat ol” diyen “Olmaz kardeşim, senin gözünü Tayyip düşmanlığı bürümüş. Öyle şey olur mu” veya “Doğru diyorsun, ne yapmalıyız” benzeri bir yanıt almadım.
Ya ben çok evhamlıyım ya mevcut partiler kör ya da hepsi cahil ve ihanet içinde!
Maalesef ben haklı çıktım, çıkmaz olaydım…
Tarafsız (!) Başkan Erdoğan aynı zamanda Saray’da oturan, devletin tüm olanaklarını kullanan taraflı AKP Genel Başkanı!
AKP İl Başkanları devletin valisi, devletin Valileri ise AKP İl Başkanı gibi!
AKP İlçe Başkanları da analarından Kaymakam doğmuş gibi!
Tam bir “Milli Şef” dönemi!
Sistemin tıkandığı nokta tam da burası!
Artık toplumun gözünde AKP’yi eleştirmek, devleti eleştirmekle eşdeğer tutuluyor.
Kimse AKP denen ve tek kişi tarafından yönetilen, menzili FETÖ ile aynı olan, Anayasa Mahkemesi tarafından sabıkalı ilan edilen cemaati, devlet güvenlik güçlerinin, Yargının, Maliye’nin korkusundan eleştiremiyor bile!
Parti Devletinin en kötü tarafı, Yargı mensuplarının ve tüm bürokrasinin de AKP teşkilatlarının emrine girmiş olmasıdır.
Yargıç karar verirken bir gözü Saray’da olursa, bir hastane Başhekimi geçici temizlik işçisini işe alırken gözü AKP İl veya İlçe başkanında olursa, o devlet “Parti Devleti”, sistemin adı da “Dikta Yönetimi” olur.
Sonra da başınıza gelmedik bela kalmaz. Dünya üzerinde yapayalnız kalırız, milli servetimiz güneşi gören kar gibi erir gider, çökertiliriz…
Demokratik düzenlerde ülkenin muhalefet partileri, iktidarın böyle sapkın bir uygulamaya kalkışması halinde dünyayı ayağa kaldırırlar, yaptırmazlar.
Çünkü demokrasi, aynen hamilelik gibidir! Ya hamilesinizdir ya değilsinizdir.
Ya demokratsınız ya da değilsiniz. Öyle “az hamilelik” falan olmaz.
Tıpkı “Az demokrasi”, “Türk tipi demokrasi” olamayacağı gibi…
Partilerimiz ne yapıyor?
Bahçeli, Akşener kendisine rakip çıktığında kongreden kaçmadı mı? Öyle bir kaçtı ki, kendini Saray’ın kucağında buldu!
Kılıçdaroğlu, kendi delegelerinden kaçmıyor mu?
Akşener, Tivit ile istifa eden ilk Genel Başkan! Nerede en değerli arkadaşları?
Uysal; Kendini İYİ Partiye milletvekili seçtirdi! İşi bitti!
Türkiye yanıyor, bunlardan tık yok!
Allah rızası için söyleyin; Sizler ne işe yararsınız? Niçin varsınız?
Tüm belediyeleri AKP’ye teslim etmeden o koltuklardan kalkmayacak mısınız?
Ya bu partilerin Milletvekilleri? Sizler ne işe yararsınız?
Bi gidin be arkadaş! Türk Milleti sizlere ömür boyu bakmak zorunda mı?
Batsın sizin Genel Başkanlığınız da milletvekilliğiniz de hırslarınız da!
Nasıl AKP, 17 sene içinde ülkeyi batma noktasına getirdi ve başarısız olduysa, sizler de aynı suçun gönüllü ortaklarısınız, anlayın artık.
İlla elimize sopa alıp ta kovalamak mı lazım?
Bırakın Türk Milletini bir başına! Düşün artık milletin yakasından.
Batacaksak da kendi kendimize batalım! Anlayın, sizlerle birlikte batmak bile istemiyoruz artık!
Varlığınızla, Türk Milletinin mücadele gücünü engelliyorsunuz.
Bizler, tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesi tüm ülkede Türk Milletinin sağduyusu sayesinde nasıl örgütlendi isek, yine yaparız.
Bir Papazın yüzünden aşağılanmaktan utanmayan çapsızları geldikleri yere göndeririz ve dikta ne imiş, demokrasi ne imiş herkese öğretiriz. Vesselam…
Sağlık ve başarı dileklerimle 10 Ağustos 2018
Rifat Serdaroğlu

FİKİR FAHİŞELERİ
Bizim lügatimizde fikri namusu oluşmamış, inanmadığı halde menfaati için her kalıba giren, yaşadığı vatanına, kendisini doğuran anasına bile ihanet edecek yapıda olan şerefsizlere “Fikir Fahişesi” denir.
Kadın veya Erkek olmaları hiç fark etmez, hepsi aynıdır.
Bunlar bir de siyasete ve bürokrasiye kapağı atarlarsa, tam bir yıkım elemanı gibi çalışırlar. Bunları yakalayıp, toplum önünde ifşa etmek, ülke aydınlarının görevidir. Bu görev hiç ihmal edilmemelidir.
Fikir Fahişeleri, toplumun ahlakını, gelenek ve göreneklerini, bir arada saygı ve hoşgörü içinde yaşamak arzumuzu yok etmeye çalışan toplumsal seri katillerdir.
Ben siyasi yaşamım boyunca çok sayıda fikir fahişesi gördüm.
Dün “Hırsız” dediğine bugün “Evliya” diyeni, üç kuruş menfaati uğruna dün hain dediği kişinin önünde kırk takla atanı, babasının malı imiş gibi vatanı ve makamlarını satanları gördüm.
Gücümün yettiği kadarıyla bu arızalı tiplerle mücadele ettim. Görev yaptığım kulvarda bulunanları siyaset dışında tutmaya gayret ettim. Başka siyasi kulvarlarda olanları da ifşa ederek uzaklaştırmaya çalıştım.
Bugün sizlere bu fikir fahişelerinden bir örnek vereceğim. İsim yazmayacağım ama nasıl ki; “İki kanadı iki ayağı gagası var, uçar” deyince bunun kuş olduğu anlaşılıyorsa, bu sahtekârları sizler hemen tanıyacaksınız. Fakat onlar kalkıp ta “Bahsedilen şerefsiz benim, yazara dava açacağım” derlerse, yargıda hesaplaşmak ve bunları “Tescilli Fikir Fahişesi” olarak tarihe kaydettirmek bizim için zevk olur…
Adam tescilli Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı bir şeriatçıdır.
Bu zehrini kusmayı her fırsatta ve her zeminde görev bilir, hastanede yatarken bile Atatürk’e küfretmeyi sürdürür.
Tarihçi geçinir ama kendi soyunu bilmez.
Son Türk Devletinin kurulmasına ve bugün kendisinin özgür bir insan olarak yaşamasına neden olan, Kurtuluş Savaşını “keşke Yunan kazansaydı” diyecek kadar müptezel bir fikir fahişedir.
Ülkeyi yönetenler, “Behey alçak! Şeriat istiyorsan git Suudilerle yaşa” diyeceklerine üzerinde bu yobazın resmi bulunan pul basılması için izin verirler!
Cumhuriyet Türkiye’sinde, Cumhuriyet ve Atatürk’e küfreden bir fikir fahişesinin, resimli pulunun basılmasına izin veren bürokrat müsveddesine soralım;
Eyy maaşını Türk Milletinin ödediği vergilerden oluşan millet bütçesinden alan soysuz!
Sen de pulunu bastığın yobaz gibi mi düşünüyorsun?
Sen de mi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanısın?
Sen her parasını verenin resimli pulunu basar mısın?
Örneğin, parasını verse 54 bin vatandaşımızın kanına giren İmralı’daki bebek katilinin de resimli pulunu basar mısın?
Ya da FETÖ’nün liderinin resimli pulunu basar mısın?
Reza Zarrab parasını döviz olarak öderse, onun da resimli pulunu basar mısın?
Zafer Çağlayan’ın kol saatiyle, Egemen Bağış’ın çikolata kutusuyla birlikte resimli pullarını basar mısın?
FETÖ için 1 TL madeni para basımına izin veren siyasetçi ile, senin gibiler arasında ne fark var? De hele!
İkiniz de bal gibi fikir fahişesisiniz. Sizden hesap sormayandan, Türk Milleti elbette hesap soracaktır…
Not; Yazı günüm olmamasına rağmen bu yazıyı Yargıtay Başkanlığı yapmış bir hukuk duayeninin “Nerede bu devlet” feryadı ve ısrarı ile yazdım.
Yarın görüşmek üzere…
Sağlık ve başarı dileklerimle 09 Ağustos 2018
Rifat Serdaroğlu

26 Temmuz 2018 Perşembe

TÜRKİYE NEREYE KOŞUYOR "İsmail MÜFTÜOĞLU" - ​Özellikle; “Kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, cinsiyet eşitliği gibi kavramlara dayanan ‘hukuk’ eliyle Türk insanı formatlanmaktadır. Tanzimat ve Islahat Fermanı ile başlayan hukuki metinlerle Türkiye’yi dizayn etme süreci, bugün TMK (Türk Medeni Kanunu) ve TCK (Türk Ceza Kanunu)’ndaki değişiklikler, İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun, Hayvanları Koruma Kanunu, Cinsel İstismar Yasa Tasarısı gibi hukuki metinlerle (maalesef) devam ediyor.”

TÜRKİYE NEREYE KOŞUYOR
İsmail MÜFTÜOĞLU
​​i-muftuoglu@hotmail.com

​Türkiye’nin temel dayanakları gün geçtikçe, her gün biraz daha çok erozyona uğramakta ve yozlaşma daha ziyade artmaktadır. Yani tarihi, milli ve manevi değer anlayışımızda bozulma, büyük bir hızla devam etmektedir.

​Toplumumuz, maalesef kanuni düzenlemelerle, ahlaken daha çok çökertilmekte, din anlayışımız, milli hasletlerimiz kuraklaştırılmakta, böylece maneviyatımız daha çok tahrip edilmektedir. Neticede bir kaos ve bu kaos içinde de bir mücadele zemini oluşturulmaktadır.

​Sonuçta öyle bir yapılanmaya varılacak ki, Allah’ın kanunları değil, algı operasyonları sonucunda makinelerin, bilgisayarların söyledikleri dikkate alınacaktır. Zira küçük bir elit grup, gelecekteki hayat şeklini biçimlendirebilecektir.

​Bu nevi çalışmalar bugün hem ABD’nde ve hem de İsrail’de yapılmaktadır. Emperyalist ülkelerin ve küresel sermaye çetelerinin tüm gayretleriyle, bu projeleri realize etmek için çırpınıp, durduklarını görüyoruz. Böylece emperyalist devletlerin ve küresel sermaye çetelerinin niçin eşcinselliğe bu kadar yoğun bir emek harcadığı daha iyi anlaşılmaktadır.

​Malum, eşcinsellik küresel bir projedir. Bu projeye neden bu kadar ciddi bir yatırım yapılmaktadır? Çünkü bu projenin kötü politik sonuçları vardır. Kur’an-ı Kerim’de; “Ateşe çağıran önderler” dediği bir grupları ve karar verici bir merkezleri bulunmaktadır.

​Bu grup ve merkezlerin çok önemsediği bazı projeler vardır. Yazar Mücahit Gültekin’e göre, bu projelerin başında gelenler; “ölümsüzlük, yapay zeka, insanı kopyalama, geleceği okuma, düşünceleri okumadır. Onun için küresel düzen kurucuları bilgiye ve bilmeye bu sebeple büyük önem veriyorlar. Her yerde hazır ve nazır olduklarını diyebilmek için bu gereklidir. Şimdilik bu düzeyden uzaktırlar. Ama şeytan onları ümitlendiriyor.

​Örneğin facebook ve cep telefonları, elektronik yazılımı olan arabalar vs vasıtasıyla bizim nerede olduğumuzu, konumumuzu bilebiliyorlar. Ya da elektronik çipi olan kimlik kartımız yanımızda olduğu sürece nerede olduğumuzu bileceklerdir. (Çünkü) bu kimlik kartları muhtemelen harekete, sese, kokuya ve düşünceye duyarlı(dır.) şu anda yaptıkları Allah’ın kurmuş olduğu düzende yaramazlık yapmaktan başka bir şey değil.

​Eşcinsellik, düzeni değiştirebilmenin mikro bir uygulamasıdır. Hemen belirtelim ki, Türkiye halkı batının kültürel, bilimsel operasyonlarına açık bir ülkedir.” Zira memleketimizde milli ve manevi terbiyenin ihmal edilmesi bizi küçültmüş, Avrupa’yı büyütmüştür. ‘Biz ne kadar geriyiz’, ‘hayat Avrupa’dır’, ‘Türk ve Müslüman olmak ayıptır’, ‘hele Müslüman olmak vahşi olmakla müsavidir’ kompleksi sonucu, Avrupa sadece ruhlarımızı fethetmiş değil, ifsat da etmiştir. Çünkü Türkiye de elit (çok az bir kısmı hariç) yukarıda anlattığımız siyasal ve kültürel hiçbir gelişmeyle yeterince ilgilenmemekte, bu operasyonlara karşı halkı bilgilendirmemekte, bu operasyonlara karşı direnmemektedir.

​Özellikle; “Kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, cinsiyet eşitliği gibi kavramlara dayanan ‘hukuk’ eliyle Türk insanı formatlanmaktadır. Tanzimat ve Islahat Fermanı ile başlayan hukuki metinlerle Türkiye’yi dizayn etme süreci, bugün TMK (Türk Medeni Kanunu) ve TCK (Türk Ceza Kanunu)’ndaki değişiklikler, İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun, Hayvanları Koruma Kanunu, Cinsel İstismar Yasa Tasarısı gibi hukuki metinlerle (maalesef) devam ediyor.”

​Hazırlanan ve çoğu realize edilen kanun ve sözleşmeler sonucunda, Türkiye’nin şimdi geldiği durumu, yazar Mücahit Gültekin’in şöyle özetlediğini görüyoruz:

1- Türkiye’de aile dağılıyor, kadın kocasından, koca çocuğundan ayrıştırılıyor, kısa bir süre sonra çocuk da anasından ayrıştırılacak, aile kamu denetimine açılacağı gibi, çocuğun kamulaştırılması söz konusu olacaktır. 6284 sayılı kanun tamamen ailenin yok edilmesi amacına yönelik hazırlanmıştır.

2- İnsan ve hayvanın ontoljik olarak eşitlendiği bir düzen kuruluyor.

3- Cinsellik yaşı düşüyor ve çocuklar LGBT (lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel) kuruluşlar tarafından ayrımcılık yapmama, nefret söylemine karşı bilinçlendirme, toplumsal cinsiyet eşitliği hakkında bilgilendirme bahanesi ile eşcinselleştiriliyor.

Örneğin 2005’de Türkiye’de kurulan Türkiye’nin ilk eşcinsel derneği KAOSGL iki aylık bir dergi yayınlıyor. 1994’ten beri çıkan derginin Mayıs 2017 sayısı çocuk tema’sına ayrıldı. Ayrıca dernek 2014 yılında (LGBT) çocuklar için ne yapmalı, ayrıca LGBT çocuklar ile çalışan öğretmenler için kılavuz kitabı başlıklı bir çalışma yayınladı.

4- Ülkemizde çocuklar (maalesef ana babaların vurdumduymazlıkları sebebiyle) manken olarak kullanılıyor ve çocuk defileleri yapılıyor.

5- Eşcinsellik Anayasa’nın da üstünde yer alan uluslar arası sözleşmelerle legal güvence altına alındı. 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesinin 4. Maddesi bu güvenceyi vermektedir.

6- 6284 sayılı kanun kadının kocası hakkındaki şikayetini delilsiz, belgesiz doğru kabul etmektedir. Kanun bu yönüyle hukukun evrensel ilkesi olan masumiyet karinesini hiçe saymaktadır. Bunun sonucunda her yıl yaklaşık 120-130 bin koca evinden uzaklaştırılmaktadır. İlginç olan şey, kadın şikayetinden vazgeçse bile devlet bunu kabul etmemekte, süreç kamu davası olarak devam etmektedir.

7- Türk Ceza Kanununda 2004 yılında yapılan değişiklikle ceza kanunundan edep, ahlak, ırz, namus gibi kavramlar çıkartılmış ve asıl önemlisi evlilik içi tecavüz kavramı getirilmiştir. Bunun sonucunda kocalar devlet tarafından tecavüz suçundan tutuklanmakta, 10-15 yıl gibi cezalara çarptırılmaktadır.

Adalet Bakanlığından alınan bilgilere göre 4000 kocanın karısına tecavüz suçundan hükümlü bulunduğu bildirilmektedir.

8- 1988 yılında yapılan değişiklikle süresiz nafaka uygulaması getirildi. Buna göre koca eşiyle bir gün evli kalsa ömür boyu nafaka ödemek zorundadır.

9- 2015’de üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliği dersi zorunlu hale getirildi.

10- Milli Eğitim Bakanlığı toplumsal cinsiyet eşitliğini uyumlu bir şekilde yeniden yapılandırmaya başladı. Milli Eğitim Bakanlığı 2016 yılında toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı okul standartları el kitabını yayınladı.

11- 2009 yılında Adalet Bakanlığı ile imzalanan protokole göre, 326 aile mahkemesi hakimi ve savcısına toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiştir. 2010 yılında da diyanetten sorumlu Devlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 17.000 din görevlisine cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiş, 2015 yılına kadar da 100.000 devlet personeline bu eğitimin verilmesi planlanmış bulunmaktadır. 2016 yılında 71.000 polise de bu konuda eğitim verilmiştir.

12- Avrupa Birliği tarafından fonlanan dernekler tarafından Türkiye’nin dört bir yanında yüz binlerce kişiye toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsel yönelim eğitimleri verilmiş ve elan verilmektedir.

13- Toplumsal cinsiyet eşitliği ve eşcinsellik konusunda (sadece Milli Görüş partileri hariç) Ak Parti, CHP ve HDP arasında bir farklılık görülmemektedir. Bu konular ilginç bir şekilde, hiçbir parti tarafından TBMM’nde, hiçbir tartışma konusu olmamıştır.

Ne hazindir ki, bu kanuni düzenlemeler Ak Parti hükümetleri döneminde yapılan düzenlemelerdir. Üstelik medyanın bu tür haberleri, istismar, ensest, aile kurumunu yok eden haberleri veriş tarzı da, aynı amaca hizmet etmektedir.

​Makalenin başından beri kaydettiği hususlar ve ülkemizdeki hukuki düzenlemeler dikkate alındığında, ülkemizin geleceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu konudaki ikinci makalemizde, gelecekte nasıl bir Türkiye ile karşılaşacağımız ele alınacaktır. Bu meselelerde kindar değiliz, aslında bu nevi konularda kindar olmak bir fazilettir. Yanlışa husumet beslememek büyük kabahattir. Bu durumlardan kurtuluşumuzun tek çaresi, ancak ve ancak ahlak seferberliğidir.​ ​Selam doğru yola uyanlara olsun.(Taha/47). Cağaloğlu – 24.07.2018

20 Haziran 2018 Çarşamba

Ermeni Gailesi ve Tarihin Şahitliği " “ERMENİ SÜRGÜNÜN YAPILDIĞI 1915’TE DOĞU ANADOLU Rus işgali altında idi." -Yazar: Hilmi ÖZDEN (BELGESEL TARİH: 20 Haziran 2018)

Ermeni Gailesi ve Tarihin Şahitliği

Yazar: Hilmi ÖZDEN
BELGESEL TARİH: 20 Haziran 2018

“ERMENİ SÜRGÜNÜN YAPILDIĞI 1915’TE DOĞU ANADOLU Rus işgali altında idi. 1917’de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle çekilmek zorunda kaldılar. RUS ORDUSUYLA BİRLİKTE 1 MİLYON ERMENİ KUZEYE ÇEKİLDİ.” Ermeniler’in o dönemde İstanbul dâhil nüfusları 1,5 milyon bile değildi.” Prof. Dr. Kemal H. KARPAT (ABD Visconsin University Osmanlı Tarihi Bölümü Kurucusu)
GİRİŞ
“Bu yazı dün de ve bugün de Türk Devletine ve Türk Milletine gönülden bağlı, Ermeni vatandaşlarımızı tenzih eder”
Ümit Özdağ ve Özcan Yeniçeri, “Ermeni Psikolojik Savaşı” isimli eserlerine şu ithafla başlarlar:
“İstiklal Harbi sırasında İstanbul’da Türk İstihbaratı için çalışan ve Anadolu’ya adam kaçıran PANDİKYAN EFENDİ’ye, Anadolu’ya silah alınması için Kuvva-i Milliyecilere kredi veren Osmanlı Bankası Müdürü KERESTECİYAN EFENDİ’ye, Türk İstihbaratının vefakar bir parçası olan BENLİYAN EFENDİ’ye ve 10 Ağustos 1982’de Taksim Meydanı’nda ASALA terörünü protesto etmek için kendisini yakan büyük Türk Ermenisi ARTİN PENİK’in aziz anılarına ithaf olunur…”
Taşnak Partisi Genel Başkanı Ovanes Kaçaznuni’nin şu sözleri de tarihe düşülen önemli bir nottur:
“Kötülüklerden şikâyet etmek ve felaketlerimizin sebebini kendi dışımızda aramak acıklı bir durumdur; bu durum bizim millî karakteristik bir özelliğimizdir” [2]
TÜRK TARİHİNDE ERMENİ GAİLESİ
Eskiler, “Ermeni gailesi” diyorlardı. “Gaile” dert, sıkıntı, keder, üzüntü, insanı uğraştıran, bezdiren sıkıntılı iş demektir. Bir bakıma “baş ağrısı” hatta “baş belası”. Bu gailenin geçmişinde, Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne ihaneti var; düşmana hizmeti var; Mehmetçiği arkadan hançerlemesi var; masum Müslüman köylüleri kılıçtan geçirmesi var ve de emperyalizmin bütün çirkin oyunları var.[3]
“Ermeni sorunu, temeli 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’na kadar dayanan bir siyasal süreç olarak görülmez, Osmanlı’nın Batı tarafından paylaşılma sorunu ile ilişkisi kurulmaz, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı-Rus Savaşı’ndan bağımsız ve Sevr Antlaşması ile Kurtuluş Savaşı dışında düşünülür (ise) …tabii ortalıkta ‘soykırım’ iddialarından geçilmez”[4]
21 Temmuz 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması’nın VII. maddesi şöyle başlıyordu: “Devlet-i Aliyemiz teahhüd ider ki Hıristiyan diyanetinin hakkına ve kinisalarına siyanet ide…” Bu madde Rusya’yı Türkiye’deki Hıristiyanların koruyucusu durumuna getirdi. Rusya, ayrıca, Beyoğlu’nda bir Ortodoks kilise yapma, eski bir kiliseyi onarma, bunları kullanma, bütün bu konularda Osmanlı Hükümeti katında girişimlerde bulunma hakkı da elde etti. Bundan sonra Rus Çarlığı, Kaynarca Antlaşması’na dayanarak, Osmanlı Hıristiyanlarının “koruyucusu” rolünü üstlendi ve Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaya başladı. Rusya için bu antlaşma, Osmanlı Devleti’ni içerden de karıştırıp parçalamanın ahdi dayanağı oldu. Bundan sonra Osmanlı tebaası Hıristiyanlar, bu arada Ermeniler, kendilerini Rus Çarının tebaası gibi görmeye başladılar. Daha 19. yüzyıl başlarında, gerek İstanbul’da, gerek Doğu Anadolu’da birçok Osmanlı Ermenisi, cebinde Rus pasaportu taşıyordu. Gizli veya açık olarak Rus pasaportu elde etmiş olan Osmanlı Ermenilerin sayısı yıldan yıla arttı. Bu Ermeniler, Rus emperyalizminin beşinci kolu durumundaydı ve her Osmanlı-Rus savaşında Ruslara hizmet etme yoluna sapmışlardır.[5]
Osmanlı devletinin batılı Hristiyan devletlerinin haçlı zihniyetiyle ittifaklarının karşısında adım adım gerilemesi sonucu Rum, Sırp, Karadağ, Bulgar ve Romenler batıdan estirilen milliyet ve Hristiyanlık düşünceleriyle teşkilatlanmaya başladılar. İlk olarak 1244 (1829) Türk-Rus savaşının sonunda Rumlar Yunan devletini kurdular. Ermeniler de batıdan gelen milliyet düşüncelerinin esintisi, haçlı zihniyetinin canlanması ve Yunan örneğinin tesiriyle Türk’ün bin yıllık ana yurdu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma hayaline kapıldılar. Halbuki Ermeniler Anadolu’nun her yerine dağılmış küçük azınlıklar durumunda olmalarına rağmen bu bâtıl düşüncenin arkasından yıllarca koştular ve hâlâ koşmaktadırlar.
(…Ermeniler ilk defa 1244 (1829) Türk-Rus savaşının doğu cephesinde Ruslara kılavuzluk ettiler. 1293 (1877-1878) Türk-Rus savaşında Rus ordusu Erzurum’u kuşattığı bir sırada, bir kaç bin Ermeni, halkın ve ordunun manevi gücünü kırmak, bozgun ve panik çıkarmak için harekete geçtiler.
Bu savaş Osmanlı devletinin korkunç yenilgisiyle sonuçlanmış, Rus ordusu İstanbul’un yanı başındaki Ayastafonos’(Yeşilköy)a kadar gelmişti. Edirne’de barış görüşmeleri başlamıştı.
İşte Ermeni meselesi bu görüşmeler sırasında. Ermeni Patriki Nerses‘in idaresinde Edirne’deki Ermeni papazlarının Rus ordusu Başkomutanını görmeleri sonunda ortaya çıktı. Ermeniler, Ermeni meselesini Islahat yutturmacasıyla Ayastafonos Antlaşması’na 16 nci madde olarak koydurdular. Daha sonra toplanan Berlin Kongresi de Ermeni meselesini Berlin antlaşmasının 61 inci maddesine “Islahat” adıyla koyarak kabul etti.
Bu 61 inci madde ile bütün Avrupa’nın Hristiyan devletleri hep bir ağızdan Islahat bahanesiyle doğuda bağımsız bir Ermeni devleti kurmak için Osmanlı devletini zorlamaya başladılar. Berlin Antlaşması Ermenileri umutlandırdı. Hayal ettikleri Ermenistan beyliğini daha doğrusu bağımsız Ermenistan’ı Anadolu’nun altı vilayeti: [Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elâziz ve Sivas ki; bugünkü idareye göre: Erzurum, Erzincan, Sivas, Tokat, Malatya, Tunceli, Elaziz, Adıyaman, Bingöl, Diyarbakır, Siirt, Bitlis. Muş, Ağrı, Van ve Hakkâri vilayetleriyle Bayburt kazasını içine alan Anadolu’nun yarısına yakın demek olan on altı vilayet ile bir kaza demek] ile Kilikya (İçel, Adana, Kahraman Maraş, Gazi Antep, Urfa ve Mardin) üzerinde kurmaya çalıştılar. 1878 den ikinci meşrutiyetin ilanına (1908) kadar yani Sultan II. Abdülhamit Hanın saltanatı Anadolu ve İstanbul’da birçok kanlı ayaklanmalar çıkardılar. Ne yazık ki; bu ayaklanmaların elebaşıları Hristiyan Avrupa devletlerinin himayesiyle cezalandırılamadılar. 1908 den 1914 tarihine kadar da gizli ve açık komite faaliyetleri görüldü. 1914’te Osmanlı devletinin birinci dünya savaşına girmesi üzerine Moskof ordularıyla iş birliği ederek Türk ordusunu arkadan vurmaya kalkıştılar.
Kırım Savaşı’nda (1853-1856) Osmanlı ve Avrupa Devletleri ittifak halinde Rusya’yı yendi. 1856’da Osmanlı Devleti ve Avrupa “Büyük” Devletleri, Paris’te barış masasına oturdular: İlginç ve düşündürücüdür ki, Rusya’nın 1774’te savaşla aldığı Küçük Kaynarca imtiyazının benzerini bu defa Batılılar, 1856’da, dost ve müttefik olarak aldılar! Barış konferansı açılırken dost ve müttefik İngiltere ile Fransa, önce, Sultan Abdülmecit’e bir ferman çıkarttırdılar. 28 Şubat 1856’da yayımlanan bu fermanla Padişah, Müslüman, Hıristiyan ve Musevi tebaası arasında zaten ırk ve din ayrımı gözetmediğini tekrar vurgulayıp ilan etti. Bu belge, Islahat Fermanı adıyla tarihe geçmiştir. Bu ferman yayımlanmakla kalsaydı iyiydi.
Fakat Islahat Fermanı, İngiltere’nin ısrarı ve baskısı üzerine, Paris Barış Antlaşmasına da geçirildi. Böylece ferman, bir Osmanlı iç hukuk belgesi olmaktan çıktı, uluslararası bir belge halini aldı. Paris Barış Antlaşması, Islahat Fermanı’nın yayımlanmasından bir ay sonra, 30 Mart 1856’da imzalandı.
Osmanlı Devleti, Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Sardinya tarafından imzalanan bu antlaşmaya Islahat Fermanı İle ilgili bir madde kondu (Md. 9). Padişah fermanı Osmanlı Devleti’nin bir iç işi olduğu halde uluslararası bir antlaşmada buna yer verilmesi, hesapça, Rusya’nın Osmanlı içişlerine karışmasını önlemek amacını gütmüştü. Fakat Batılı devletler bunu tam ters biçimde yorumladılar. Bu madde Rus müdahalelerinin önünü kesmek şöyle dursun, bütün Büyük Devletlerin müdahalelerinin önünü açtı. Bu antlaşmaya dayanan Batılı Büyük Devletler de Rusya gibi Osmanlı Hıristiyanlarının “koruyuculuğu” rolünü üstlenmeye ve Osmanlı Devleti’nin İçişlerine karışmaya başladılar.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord J. Russel, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir H. Buhver’e gönderdiği talimatta, “1856 Paris Antlaşması, Babıâli’nin Hıristiyan tebaası üzerinde bîr tek devletin koruyuculuğu yerine beş devletin ortak koruyuculuğunu (collective protectorate) getirmeyi öngörmüştür.” diyordu.
ABD Tüccarı ve Misyonerler
Biraz da ABD’ye bakalım: Dikkat edildiyse, yukarıda anılan Büyük Devletler (Düvel-i Muazzama) grubu içinde ABD yoktur. Paris Antlaşması’nın altında da ABD imzası yoktur. Çünkü o dönemde ABD, Monroe Doktrini’ne uygun bir politika izliyordu. ABD Başkanı James Monroe’nun (1758-1831) adıyla anılan bu doktrin, Avrupa devletlerini Amerika’nın içişlerine kesinlikle karıştırmamayı öngörüyordu. Serpilmekte olan ABD, yeterince güçlenebilmek için Avrupa devletlerini kendisinden uzak tutuyordu. Buna karşılık kendisi de Avrupa işlerinden uzak duruyormuş ve Avrupa politikasına karışmıyormuş gibi görünüyordu. Ama ABD, epeydir Osmanlı ülkesini “keşfetmiş” idi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama sürecinden uzak kalamazdı, kalmayacaktı. Amerikalı, Osmanlı Hıristiyanları, özelikle Osmanlı Ermenileri gibi bir kozu sonuna kadar kullanacak, istismar edecekti; fakat bunu yaparken farklı bir yöntem izleyecekti.
Washington Hükümeti, Osmanlı Ermenilerine el uzatma veya el atma işini, bugünkü moda deyimiyle “sivil toplum kuruluşlarına ve özel sektöre” havale etti; kendisi hükümet olarak arka planda kalmayı yeğledi. Sivil toplum kuruluşları derken Amerikan misyoner örgütlerini ve yardım kuruluşlarını kastediyoruz; özel sektör de Amerikan tüccarı demektir. Amerikan Protestan misyonerleri Ermeniler arasında gerçekten etkili oldular. Amerikalı tarihçi Joseph L.Grabill buna “Protestan Diplomasisi” demektedir ve bu konuda dikkate değer bir kitap yayımlamıştır.[6]
Evet, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’dan başka bir yol seçti: Önce, misyonerleri ve tüccarı aracılığıyla Osmanlı ülkesine girme ve Osmanlı Ermenilerine el atma yolunu tuttu. 1810’da Boston’da kurulan dışa dönük Amerikan misyoner örgütü American Board of Commissioners for Foreign Missions 1819’da Türkiye’yi de programına aldı. Ardından 1830’da da Osmanlı Devleti ile ABD arasında bir ticaret anlaşması yapıldı ve Osmanlı toprakları hem Amerikan tüccarına hem de Protestan misyonerlerine açıldı Amerikan misyoner örgütü “American Board…” tarafından Türkiye’ye gönderilen Levi Parsons ve Pliny Fisk adlarındaki ilk Protestan misyonerleri, 14 Ocak 1820’de İzmir’e çıktı. Parsons, İzmir’e çıktıktan az sonra, “Tanrı’nın yardımıyla, bu kudretli günah imparatorluğunu tamamen yıkacak bir sistem kurmaya” ant içtiğini yazdı.[7]“Kudretli günah imparatorluğu” dediği Osmanlı İmparatorluğu’dur. Amerikan misyonerleri, ta 1820’lerde, yani Mora’daki Yunan ayaklanması günlerinde bu güçlü kudretli Osmanlı Devleti’ni yıkıp ortadan kaldırmayı kafalarına koymuşlar.
Tam yüzyıl sonra, 1920’lere gelindiğinde, artık Osmanlı İmparatorluğu’nun yerinde yeller estiği görülmüştür. Koskoca bir devlet sadece misyonerlerin çalışmalarıyla elbette yıkılamazdı. Ama Osmanlı Devleti’nin yıkılışında Amerikan misyonerlerinin ve Osmanlı Ermenilerinin de küçümsenemeyecek bir payı olduğu inkâr edilemez. Amerikan misyonerleri, 1820’den 1839’a kadar İstanbul, İzmir, Adapazarı, Bursa, Trabzon, Erzurum, Yozgat, Rumeli’de Samakov ve Beyrut gibi yörelerde faaliyetlerini geliştirdiler. 1831’de Türkiye’de ilk resmi Protestan misyoner merkezi, Amerikalı misyoner William Godell tarafından İstanbul’da kuruldu. Godell’in ilk yaptığı işlerden biri İncil’in Ermeni harfleriyle Türkçe olarak basılmasını sağlamak ve Ermeniler arasında çalışmaları yoğunlaştırmak oldu. Türkiye Ermenileri, evlerinde de kiliselerinde de Türkçe konuşuyorlar, fakat Arap harflerini okumakta zorlanıyorlardı. Onun için Ermenilere dönük İncil kitapları, Ermeni harfleriyle Türkçe olarak basıldı. Osmanlı ülkesinde unutulmaya yüz tutmuş Ermeniceyi dirilten, Ermenilere, Ermenice öğreten, Ermenice gramer ve sözlük kitaplarını yazanlar misyonerler oldu.[8]
7 Mayıs 1830’da Osmanlı İmparatorluğu ile ABD arasında Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması imzalandı. Anlaşma ile ABD’ye “en çok kayrılan ülke” (en ziyade müsaadeye mazhar devlet) statüsü tanındı. Yani Amerikalılara kapitülasyonlardan azami ölçüde yararlanma hakkı tanındı. Aynı anlaşma ile Amerikan tüccarına Türkiye’de imtiyazlı simsarlar (brokers) kullanma hakkı bahşedildi. Ermeniler bakımından bu hak çok önemliydi. Çünkü bu haktan en fazla yararlananlar Rumlar ve Ermeniler oldu. Rumlar kıyı bölgelerinde, Ermeniler ise içerlerde etkili oldular. Örneğin İzmir limanına boşaltılan Amerikan malını Harput’a kadar, Kars’a, Van’a kadar ulaştıran upuzun zincir Ermenilerin tekeline geçti. Ve Ermeni simsarlar Amerikan tüccarının kanatları altında palazlandılar ve kendilerini Doğulu Yankee’ler olarak görmeye başladılar. Bu yeni yetme Osmanlı Ermeni tüccarının bir ayağı artık Atlantik ötesindeydi.[9]
Amerika’ya Gönderilen Ermeni Öğrenciler ve Ermeni Göçleri
1848’de Osmanlı Hükümeti, Türkiye’deki Protestanları ayrı bir cemaat olarak resmen tanıdı. Amerikan Protestan misyonerleri en çok Ermeniler arasında başarılı olmuş, birçok Ermeniyi Protestan mezhebine çekmişlerdi. Öteki Osmanlı Hıristiyanları ile Museviler ve Müslümanlar ise din ve mezhep değiştirmeye, Protestan olmaya yanaşmamışlardı. Protestanlığa geçenler hemen hemen yalnız Ermenilerdi. 19. yüzyılın sonunda Türkiye’deki Protestan Ermenilerin sayısı 60.000’e ulaşmıştır. Bu çiçeği burnundaki Protestan cemaati üzerine, yalnız misyonerler değil, fakat aynı zamanda hem İngiltere, hem de ABD hükümetleri koruyucu kanatlarını gerdiler.[10]
1840’larda misyonerler Türkiye’den ABD’ye Ermeni öğrenciler göndermeye başladılar. İlk gönderilenler papaz olarak yetiştirilmek üzere Amerikan teoloji okullarına ve teoloji fakültelerine yerleştirildi. Daha sonra laik eğitim için de Ermeni gençleri Amerika’ya gönderildi. Bu gençlerin bir bölümü öğrenimlerini tamamlayıp Türkiye’ye döndü, bir kısmı göçmen olarak Amerika’da kaldı, ABD vatandaşlığına geçti. Bunlar, ABD’de Ermeni göçmenlerinin öncüleri oldu, Ermeni kolonisinin çekirdeğini oluşturdu. İlerki yıllarda, Amerikalılarla iş tutan küçük Ermeni tüccarları, onların ardından 1890’lara doğru küçük esnaf, zanaatkar ve köylü Ermeniler de dalga dalga Amerika’ya göç etti. Ermeni gençleri önce bekâr olarak gitti, ardından evlenmek üzere kızlar Amerika’ya gönderildi. 1900 başlarında Türkiye Ermenileri bir çeşit “Amerikan sıtmasına” tutulmuşlardı; göçler çorap söküğü gibi artmaya başlayınca, Osmanlı yönetimi, bazı yörelerde nüfus azalmasın diye göçleri kısıtlayan tedbirler aldı. 1890-1900 arasında 12.000 kadar Ermeni Amerika’ya göç etti. 1901’den sonra Amerika’ya Ermeni göçleri daha da hızlandı. 1908’de 3.300, 1910’da 5.500 ve 1913’te 9.355 Ermeni Türkiye’den Amerika’ya göç etti. ABD’de Ermeni kolonisinin nüfusu 50.000’i aştı. Kısacası, Türkiye’den Amerika’ya Ermeni göçü -Amerikan misyonerlerinin ve Türkiye ile “iş yapan Amerikan tüccarının da etkisiyle- 1915 tehcir olayından 75 yıl önce başlamış ve 19. yüzyılın bütün ikinci yarısı boyunca ve ondan sonra da devam etmiştir. Ermeni göçmenler, ABD’ye halı, kilim götürürken Türk düşmanlığını da götürdüler ve yaydılar.[11]
Anadolu, 19. yüzyılın son çeyreğinde misyonerlerin ve yabancı konsoloslukların istilasına uğramış durumdaydı. Ermenilerin yaşadığı belli başlı Anadolu şehirlerinde İngiliz, Amerikan, Rus, Fransız vs. konsolosları vardı. Misyonerler ve konsoloslar Anadolu’da mekik dokuyorlardı. Her biri Ermenilerin elinden tutuyor, onları kendi taraflarına çekiyordu.[12]
1877-1878 Savaşı ve Osmanlı Ermenileri
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Ermenileri artık yerlerinde duramaz oldular. Üst üste Büyük Devletlere başvurup özerklik istemeye başladılar. Hem Rusya’dan, hem de İngiltere’den anlayış, hatta destek gördüler. İstanbul Ermeni Cemaati, Ocak 1878’de, Edirne’ye gelmiş olan Rus Başkumandan Vekili Grandük Nikola’ya gizlice bir heyet gönderdi ve hem Rus Çarına bağlılıklarını bildirdi, hem de Ermeniler için özerklik istedi. Orada bulunan General İgnatieff söz verdi; yapılacak barış antlaşmasına Ermenilerle ilgili bir hüküm konacaktı. Gerçekten 3 Mart 1978 günü imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’na Ermenilerle ilgili bir madde kondu; bu madde daha sonra Berlin Antlaşması’na da girecekti.[13]
İstanbul Ermeni Patriği Nerses, 13 Nisan 1878’de İngiltere Dışişleri Bakam Lord Salisbury’ye bir muhtıra yolladı. Patrik, Ermenilerin artık Müslümanlarla bir arada yaşayamayacaklarını söyleyerek, “Türkiye Ermenistanında bir Hristiyan yönetim” kurulmasını istedi. “Türkiye Ermenistanı” ile nerenin kastedildiği ise pek belli değildi. Çünkü Türkiye’nin çeşitli yerlerinde Ermeniler yaşıyor idiyse de hiçbir yerde bir Ermeni nüfus çoğunluğu yoktu; tıpkı bugün Ermenilerin yaşadığı Fransa’da veya ABD’de bir “Ermenistan” bulunmaması gibi. Patriğin başvurusu da boşa gitmedi. 4 Haziran 1878’de Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında imzalanan Kıbrıs Antlaşması’nın birinci maddesinde Osmanlı Ermenileriyle de ilgili önemli bir hüküm yer aldı. Türkiye bakımından bu hüküm, Kıbrıs’ın yönetiminin İngiltere’ye bırakılması kadar önemliydi, denilebilir: çünkü bu hüküm Ermeni gailesini kamçıladı ve Anadolu’yu Balkanlaştırdı.[14]
Anadolu’yu karıştırıp Balkanlaştırmak için Rusya ve İngiltere yarış içindeydi. Rusya Ermenilere bir şey mi vaad ediyor, hemen ardından İngiltere de aynı vaatte bulunuyor. Rusya Ayastefanos Antlaşması’na Ermenilerle ilgili bir madde mi koyuyor; İngiltere de Kıbrıs Antlaşması’na benzer bir hüküm koyuyor. Birkaç ay sonra bu iki Büyük Devlet Berlin’de buluştular ve öteki Büyük Devletlerle birlikte 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Barış Antlaşması’na Ermeniler için ortaklaşa şu hükmü koydular (sadeleştirilmiştir):
“Madde 61- Babıâli (yani Osmanlı Devleti), Ermenilerin oturdukları vilayetlerin yerel şartları dolayısıyla muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri yapmayı ve Kürtler ile Çerkezlere karşı (Ermenilerin) emniyet ve huzurlarını korumayı taahhüt eder..”[15]
Berlin Antlaşması’nın altında Avrupa Büyük Devletlerinin hepsinin imzaları vardı. Yani Osmanlı Ermenileri, artık kendilerini Büyük Devletlerin ortak koruması altında görebilirlerdi ve öyle gördüler. Artık Ermenileri tut tutabilirsen. Avrupa, Ermeni toplumuna bir “altın madeni” sunmuştu. Bu madeni çalıştırmak artık Ermenilere düşüyordu. Mora’da Yunanlılar ayaklanmış, arkasından bir devlet kurmuşlardı. Filibe Sancağında Bulgarlar ayaklanmış, bunun da ardından bir Bulgar Prensliği kurulmuştu. İşte Kıbrıslı Rumlar da İngiliz idaresine girmişlerdi. Öyleyse Ermenilere gün doğmuş demekti.[16]
Anadolu’da Yabancı Konsoloslar
Yabancı konsolosların Anadolu’da Ermeniler arasında dolaşmaları Ermenileri daha da kamçıladı. Konsolosların gezileri Ermenilere birer mesajmış gibi algılanıyordu. Konsoloslar sanki Ermenilere “Ne duruyorsunuz, kıpırdasanıza; Yunanlıların ve Bulgarların yaptığını yapsanıza…” demek istiyorlardı. Ermeniler öyle anlıyorlardı. Bir örnek: Adana Valiliği, 15 Aralık 1879 günü Dahiliye Nezaretine şunları yazdı (sadeleştirilmiştir):
“İngiltere Devleti tarafından Adana’ya Konsolos Vekili olarak atanan Yüzbaşı Cooper’ın elinde bulunan fermanda kendisinin normal konsolos vekili olarak sadece İngiltere vatandaşlarının işlerine bakmak üzere tayin edildiği açıklanmakta iken, buraya geldiğinden beri mazlumların koruyucusu şeklinde görünüp mahkemelerde davalarını kaybeden ve tüccar olan hak sahiplerinin verdiği (ve) şikâyet içeren dilekçe ve önerileri kabul ederek kendilerine yardım vaadetmektedir.’Bu davalara niçin böyle karar verilmiş? şeklinde savcıya sorular sormak ve şikâyette bulunanlara Osmanlı Devleti’nin idaresini kötüleyip İngiltere Devleti’nin adaletini överek kalpleri kazanmaya çalışmak türündeki davranışları tahammül sınırını aşmıştır[17].
Gariptir ki geçen gün benimle yaptığı görüşmede, “Bu yöre halkı fazlasıyla Rusya eğilimli ve İngilizlere soğuk görünüyorlar. Özellikle Müslüman halk pek uzak duruyor. Bunları İngilizlere ısıtmak için ne gibi önlemlere başvurmak gerekir?” anlamında sorular sorup bir görüş bildirmemi istedi. Şimdi ise vilayeti gezmek istemektedir. Gittiği yerlerde de burada gösterdiği davranışları göstereceğinden asla şüphe yoktur. Şu sıralar buranın da Kıbrıs gibi İngilizlere bırakılacağı, konsolosun gelişinin bu yüzden olduğu, Kozan, Zeytun, Dersim ve Van’ın Ermenistan adıyla -Bulgaristan gibi- Ermeni bir valinin özerk yönetimine verileceği söylentileri halk arasında yayılmaya başladı. Bu gelişmenin Osmanlı Devleti’nin hukuk ve bağımsızlığı için ne derecede zararlı olup memleketin idare ve güvenliğini bozacağım tarafınıza söylemeye gerek yoktur. Ancak bu durum biraz daha sürecek olursa vatandaşların düşünceleri tamamen değişecek ve gelecekte vaziyet daha tehlikeli bir hal alacaktır. Bunlara karşı nasıl hareket edileceği hakkında elimde talimat olmaması dolayısıyla bir taraftan sorumluluk korkusu ve diğer yandan hükümetin şerefim koruma görevi beni kararsızlık ve sıkıntı içinde bırakmaktadır. Hareket tarzımı belirlemek için ayrıntılı emirlerinizi istirham ederim. 17Aralık 1879 [18]
Osmanlı toplumunun içi işte böyle karıştırıldı. Türklerle Ermenilerin arası böyle açıldı. 1909’da Adana’da patlak veren Ermeni ayaklanması ve Türk-Ermeni vuruşmasının tohumları böyle atıldı. AdanaValisi, İngiliz kışkırtmalarının nereye varacağını, 30 yıl önceden haber veriyor: “Bu gidişle memleketin güvenliği bozulacak, vatandaşların düşünceleri tamamen değişecek ve ilerde daha tehlikeli bir hal alacak” diyordu. Yukardaki rapor sadece bir örnektir ve yalnız Adana’daki İngiliz Konsolos Vekili Cooper’m “sabırları taşıran” kışkırtmalarıyla ilgilidir. Anadolu’da onun gibi daha birçok yabancı konsolos vardı. Berlin Antlaşması’nın ardından Anadolu’da mantar gibi yabancı konsolosluklar açıldı. Yalnız ingiltere 10 kadar konsolosluk açmıştı. Bunlar şu şehirlerdeydi: Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzincan, Erzurum, Halep, İzmir, Muş, Sivas, Trabzon, Van.[19]
İngiliz konsolosluklarından başka Rus, Fransız, Amerikan, Alman, Avusturya ve İran konsoloslukları da vardı. Ayrıca İngilizlerin Tebriz, Batum gibi Anadolu’ya yakın yerlerde de konsoloslukları bulunuyordu. 1896 yılında Erzurum’da altı yabancı konsolosluk vardı: Rus, İran, Fransa, İngiltere, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri konsoloslukları. İtalyan konsolosluğu daha sonra kapandı, öteki beş konsolosluk çalışmalarını sürdürdü. 1878 Berlin Antlaşması, Ermenilerin yaşadığı yerlerde reform yapılmasını öngörmüştü. Emperyalist Büyük Devletler bu reformları denetleyecekti. Anadolu’daki yabancı konsoloslar, emperyalist ülkelerin görevlileriydi. Ermeniler 1887 yılında Hınçak, 1890 yılında Taşnaksutyun adlı Ermeni ihtilal örgütlerini kurmuşlardı. Rusya Ermenileri tarafından kurulmuş olan bu örgütler 1890 ortalarında Anadolu’da kan dökmeye başlamışlardı. Tam bu sıralarda Doğu Anadolu’da yeni yeni yabancı konsolosluklar açıldı.[20]
“Büyük Ermenistan” Hayali ve Ermeni Ayaklanmaları
Ermeni ihtilalcileri, 1890’lardan başlayarak, Anadolu’da kan dökerek bir “Büyük Ermenistan” hayalini hayata geçirmeye kalkıştılar. Büyük Devletlere güvenerek böyle bir maceraya atıldılar. Balkanlar’da yaşanan acılardan ibret alacakları yerde, Balkan milliyetçilerini örnek aldılar. Yunanlıların bir Megali İdea veya “Büyük Ülkü” yani “Büyük Yunanistan” emeli olduğu gibi, Ermeni ihtilalcileri de bir “Büyük Ermenistan” hülyasına kapıldılar. Samsun-Mersin hattının doğusunda kalan bütün Anadolu topraklarını “Ermenistan” yapmak istiyorlardı! Buralarda ezici bir Müslüman çoğunluk yaşadığını ise hiç hesaba katmadılar.[21]
Berlin Antlaşması’nın ardından ihtilalci Ermeni örgütleri kuruldu: 1887’de Hınçak örgütü, 1890’da Taşnak partisi sahneye çıktı. Hemen belirtelim ki, bu örgütleri kuranlar Osmanlı Ermenileri değil, Rusya Ermenileriydi. Hınçak örgütü, Rusya’nın varlıklı Ermeni ailelerinin Avrupa’da okuyan çocukları tarafından İsviçre’nin Cenevre şehrinde, Taşnak örgütü ise Tiflis’te kuruldu. Ama her ikisi de Osmanlı Ermenilerini peşlerine takıp Osmanlı’ya silah çekti. Osmanlı topraklarında bir büyük Ermenistan kurma emeline kilitlendiler. Hiçbiri Ruslara silah çekip Rus İmparatorluğu içinde bağımsız bir Ermenistan kurmaya kalkışmadı. Ermeni ihtilalcileri veya komitacılar, 1890’lardan başlayarak yıllarca Anadolu’yu kana buladılar; tıpkı yüz yıl sonra PKK teröristlerinin yaptıkları gibi. Üst üste silahlı Ermeni olayları, Ermeni ayaklanmaları çıkarıldı. Silahlı eylemler imparatorluk payitahtı İstanbul’a da taşındı.[22]
İstanbul’da, Galata semtindeki Osmanlı Bankası silahlı-bombalı bir Ermeni çetesi tarafından basıldı. Hatta 1905 yılında Sultan II. Abdülhamit’e de suikast düzenlendi. Ermeni çeteleri cüretkârlıkta Balkan çetelerini bile geride bıraktılar. Balkan asilerinden hiçbiri imparatorluk payitahtı İstanbul’da eylem yapmaya, suikast eylemlerini Osmanlı sarayına kadar taşımaya cüret edememişti. Ermeni çeteleri bunlara da cüret ettiler. Eylemleri ses getirdi, Avrupa’da ve Amerika’da yankı yaptı. Yurtdışında “Müslüman Türkler, masum Hıristiyan Ermenileri kesiyor” diye haksız bir haçlı propaganda kampanyası yürütüldü; Osmanlı yönetimi ve Türk halkı karalanmak istendi.[23]
Ermeni ihtilalciler yanlış hesap yapmışlardı. Anadolu’da kan dökünce, gürültü koparınca Büyük Devletlerin Osmanlı Devleti’ne savaş açacaklarını, gelip bu topraklarda bir Ermeni devleti kuracaklarını düşünüyor, taraftarlarına da bu düşünceleri aşılıyorlardı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, Taşnak komitacılarının beklentileri boşa çıktı. Ermeniler için savaşa girecek bir büyük devlet çıkmadı. Komitacılar yenildiler. Ama umutlarını yitirmediler. Özellikle Taşnak komitesi, silahlı mücadele düşüncesinden hiç vazgeçmedi.[24]
Robert Kolejin kurucusu D.Hamlin, 23 Aralık 1893’te, “Boston Congreationalist Journal” gazetesinde yayınlanan mektubunda bir komitacının ağzından amacını açıklıyordu;
“İmparatorluğun her yerinde örgütlenen Hınçak çeteleri Müslümanları yok etmek için fırsat gözeteceklerdir. Bunun üzerine kuduran Müslümanlar, ayaklanarak savunmasız Ermenilere saldıracaklar ve Rusya, “Hrıstiyanlık adına ” memleketi işgal edecektir!.. “
Olaylar:
1776’da Kahraman Maraş’ın Zeytun (Süleymaniye) ilçesinde, vergi ödememek için devlete başkaldırmak, bunun için silaha sarılmak, şeklinde başlar. Bu isyan zamanla genişleyerek, jandarmanın baş edemeyeceği ölçülere varmış, gönderilen askeri kuvvetle hazırlıklı olarak çatışmaya girişilmiş, Rusya, Fransa, İngiltere, sonuç olarak dış mihrakların işe karışmasıyla tam bir siyasi kimlik kazanmıştır.
1804: Londra’da “Britsch and Foreign Bible Society” kuruluyor. Görevleri Anadolu’ya misyoner göndermektir. Fakat zamanla, bir taraftan Anadolu’ya köklü bir şekilde yerleştikleri gibi, Öte yandan da Amerika’da “Ermenileri işkenceler içinde inleten zalim Türkler” propagandasını yayarlar ve tüm olanakları sınırsız kullanarak, buna bütün Amerikalıları inandırırlar.
1828:Ermenistan’ın Ruslar tarafından kuruluşu; İran’la Rusya, Türkmen çayı anlaşması sonucu, Erivan ve Nahcivan hanlıkları Rus yönetimine geçer. Ruslar Erivan yakınlarındaki AHIRKELEK kasabasına 20.000 Osmanlı Ermenisi, 20.000 Rus Ermenisi yerleştirirler. Çar kendini Ermenistan kralı ve tüm Ermenileri de Rus ilan eder. Ruslar, Asya ile Anadolu Türklerinin birleşmemesi için gerek duydukları bir engeli gerçekleştirmişlerdir.
1839: Edirne anlaşmasıyla Ruslar, bugünkü sınırlarımıza kadar Kafkaslarda egemendirler. Ermeniler, Islahat Fermanı, I. Meşrutiyetin ilânı ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile birlikte yüzyıllarca ekmeğini yedikleri İmparatorluk topraklarında toplu ve planlı isyanlar çıkartmaya başlamışlardır. Islahat Fermanı ile birlikte can ve mal güvenlikleri garanti altına alınmış olan Ermeniler, devletin en hassas yerlerindeki makamlarda görev almışlardır. Millî şuurun hakim olmadığı İmparatorlukta Adalet, Millî Eğitim, Bayındırlık, Maliye hatta Dışişleri (Hariciye) bakanlıklarının başına getirilmelerinde bir sakınca görülmemiştir.
İşte birkaç örnek: Gabriel Noradunkyan Hariciye Bakanı Agop Kazasyan Bayındırlık Bakanı, Obannes Sakız, Hariciye Bakam Müsteşarı, Vaham Adalet Bakanlığı Müsteşarı, Artin Dudyaîî Müsteşar, Haruryan Dnûyan Müsteşar, Mantık Azaryan Garabet Artin Dikran Akksenyan Yertvara Zölırap Hovsep Masakyan Dikran Tiagir Mihran KavafyanMilıran Büz Ceraber ArtanMüsteşar Viyana Büyükelçisi, Brüksel Büyükelçisi, Londra Büyükelçisi, Lahey Büyükelçisi, Berlin Büyükelçisi, Brüksel Büyükelçilik Müst., Millî Eğ. Bak. Müst., PTT Gen. Müdürü…
İşte İmparatorluk içinde savaştan savaşa koşan, uzun yıllar süren savaşlardan sonra yurduna döndüğünde bütün birikimlerinin yok olduğunu gören, bu nedenle hiç bir birikime sahip olamayan ve daima yoksulluğa mâhkum olan Türkler, diğer tarafta büyük mevkî ve servet sahibi olan ve prensler gibi yaşayan Ermeniler. İmparatorluk idaresinin kendilerine sağladığı imkânlar ve imtiyazlarla, büyük bir serbesti içinde yurdun her yerinde kütüphaneler açan, matbaalar kuran Ermeniler kendi dilleri ile kitap, dergi ve gazeteler de çıkarmakta idiler. Binlerce Ermeni genci yüksek öğrenim için Avrupa’ ya gönderilmiş, kafaları “Türk düşmanlığı” ile doldurulmuş olarak ülkeye dönmüşlerdir. Bu gençler ileride devleti bölüp parçalamaya yönelik çıkartılan isyan ve ayaklanmaların hazırlanışında ve uygulanmasında büyük rol oynamışlardır.
1853 yılında kurdukları “Ermeni Maarif Cemiyeti”nde ileride kurmayı planladıkları Ermenistan devletinin anayasasını dahî hazırlayan Ermeniler, 1862’de İlan edilen “Islahat Fermam”nı gerekçe göstererek 99 madde olarak hazırladıkları “Ermeni Millî Nizamnamesi”ni Osmanlı Hükümeti’ne kabul ettirmişlerdir. Bu nizamnameye dayanarak, 140 milletvekilinden oluşan meclislerini kurmuşlardır. Bu meclis üyelerinin 20’sini kilise mensupları, 40’nı taşradan gelenler, 80’ini de kilise cemaatleri tarafından seçilenler oluşturuyordu.
Bu meclisin 25 Ağustos 1862 tarihinde İstanbul’da yaptığı ilk toplantısından sonra, kendi elimizle kurdurduğumuz ve büyük yetkiler ve ayrıcalıklar verdiğimiz patrik ve patrikhane desteği ve yönlendirmesi ile Van’da “Van Kartalı”, Muş’ta “Muş Kartalı” ,İstanbul’da “Ararat” dergilerini yayınlayarak devamlı “Türk Düşmanlığı” ve “Ermeni Etnik Ayrımcılığı” konusunu işlemişlerdir. “Berlin Konferansı’na Ermeni meselesini götüren ve 1866 yılında Ermeni Meclisince Patrik seçilen Ermeni çete başı Hristiyan, yaptığı konuşmada,”Ermenistan’ın acı çeken bir temsilcisiyim. Bu hükümette benden öncekilerin yaptığını yapmayacağım. Benim yapacaklarım Ermenilerin ve Ermenistan’ın bağımsızlık mücadelesi olacaktır!” diyebilmiştir. Aynı dönemde bir köpek sadakatiyle hizmet ettikleri Rusya, çıkardığı bir kanunla Ermeni Patriği’nin nasıl çalışacağını belirlemek amacı ile 8 kişiden oluşan bir meclis kurmuş, bu meclis üyeleri ile patriğin tayın işini doğrudan Çar’a bırakmıştır. Patrikhanenin çalışmalarını denetleyecek bir yetkili tayin edilmiş, Rus politikasına aykırı davrananların şiddetle cezalandırılacağı hükme bağlanmıştır. Rusya’nın bu ceza ve sürgünlerinden nasiplerini sıkça alan Ermeniler bunlardan asla söz etmemektedirler. Kafkasya Genel Valisi Gaützin’in hazırlayıp Çar’a sunduğu bir rapor da, Ermenilerin tek hedeflerinin bağımsız devlet kurmak, okul ve dinî müesseselerini açmak ve idare etmek olduğunu bildirerek,”Bunlar (Ermeniler) Rusya için fesat yuvası haline gelmiştir” diyerek önlem alınmasını istemiş, bunun üzerine Çar, çıkardığı bir fermanla bütün Ermeni okulların da Rusça eğitimi zorunlu kılmıştır. Rusya Ermenilerin anladığı dilde konuştuğu için de Osmanlının basma gelenlerin kendi başına gelmesini önlemişti. 1850’den sonra, İngiliz ve Amerikan diplomasisinin etkileriyle, Anadolu’nun çok sayıda ilçe ve kentlerine kadar girilerek, 436 kilise ve Şapel açılmıştır. Misyoner ve mensuplarının sayısı, 60.000 e yükselmiş, Ermeniler için 21 okulda 24.000 Ermeni genci yetiştirilmiş, son defa da 9 kentte, İstanbul, İzmir, Merzifon, Kayseri, Tarsus, Maraş, Antep, Harput’ta 9 kolej açılmıştır. Zengin iş adamı, Crıstoper Robert İstanbul da bir kolej açılması için 400.000 dolar vermiştir. Bu kolej halen İstanbul’da onun adını yaşatmaktadır Robert Kolej!..
İSYANLAR (1908’e kadar[25])
Sivas’ta ilk Ermeni ayaklanması1881, Erzurum olayı 1890, Kum Kapı ayaklanması 1890, Yozgat olayı1893, Tokat olayı 1894, Kayseri olayı 1894, Birinci Sason veya Talurî İsyanı1892, 1893, 1894, Babi-Ali baskını 1895,
1311 – 1312 (1895-1896) yıllarındaki Ermeni ayaklanmaları: İzmit, Ankara, Kayser, Diyarbakır, Zeytun isyanı(Diyarbakır olayı), 1896:Siverek, Lice, Silvan, Nusaybin,Palu,çermik, Ergani, Adana 1895, mamuretilaziz (Elazığ) 1895, harput 1896, Malatya 1895, Arapgir 1895, Adıyaman 1895, Halep 1895, Urfa,Antep1895
1908 MEŞRUTİYETİNDEN SONRA ERMENİ İSYANLARI[26]
BİRİNCİ ADANA İSYANI 1909, ZEYTUN 17.8.1914, FINDICIK(MARAŞ)temmuz1915, KOCAELİ VE SAKARYA, BURSA İZMİR, TRABZON SAMSUN ELAZIĞ(HARPUT) Şubat1914, İKİNCİ ADANAŞUBAT 1914, SİLİFKE, YOZGAT BOĞAZLIYAN Eylül 1915,
BOĞAZLIYAN AYAKLANMASI
Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı Çakmak köyü ile Yazbir dağında dolaşan yetmiş kişilik silâhlı Ermeni eşkiyası, Ankara’nın Bâlâ, Haymana hudutlarındaki Yeknam ormanlarında silâhlı ve sayıca fazla Ermeni çeteleri, (Boğazlıyanın Culhalı köyü çevresinde Kozas mevkiinde Kayserinin Everek (Develi) Ermenileri tarafından yöneltilen birkaç kola ayrılmış üçyüz kadar silâhlı Ermeni çetesi görüldü.
Yine Yozgat’ın Kumkuyu köyünde saklanmış üçyüz silâhlı Ermeni çetesi 2 Eylül 331 (1915) günü çevredeki Türk köylerini ateşe verdiler. Özel olarak inşa edilmiş siperlerden, mazgal deliklerinden asker ve jandarmalar üzerine ateş açtılar. Cat-Kebir köyü ormanına sığınmış sekiz yüze yakın silâhlı Ermeni orman içindeki Akdağ geçidinde önce hazırladıkları siperlerden asker, jandarma ve İslâm ahaliye karşı taarruz ettiler. Günlerce süren çarpışmalardan sonra Kızılcaova’ya doğru kaçtılar.
1.Dünya savaşından sonra, Boğazlıyan kaymakamı olan Kemal Bey Ermeni tehcirinden suçlandırıldı. Damat Ferit Paşa hükümeti Ermenileri hoşnut etmek ve itilâf devletlerine hoş görünmek için Boğazlıyan kaymakamı Kemal beyi sadece hükümetin verdiği emirleri yerine getirmekten başka bir günahı olmayan suçsuz bir Türk memurunu Ermeni tehcirinden suçlu sayarak Harp divanına gönderdi. Nemrut Mustafa Paşa adındaki vicdansızın başkanlığındaki Harp divanı Boğazlıyan kaymakamı Kemal beyin asılarak idamına karar verdi.
Hüküm 8 Nisan 1919 Salı günü Beyazıt meydanında infaz edildi. Askerî Tıbbiye öğrencileriyle İstanbul Darülfünun öğrencileri Kemal Bey’in Sirkeci’den Kadıköyü’ne istimbotla nakledilen cenazesine bağlılık gösterisi yaptılar.
Cenaze şehidin Moda’daki evinde götürüldü. Cenaze merasimi 10 Nisan 1919 Perşembe günü yapılırken eşi görülmemiş bir gösteri yapıldı: Cenaze Kadıköy karakolunun önünden geçerken karakoldaki vazifeliler bayrağı yarıya indirip selâm durdular. Cenazenin geçtiği yollarda kalabalık halk, asker, öğrenciler gözyaşlarıyla rahmetli Kemal beyin cenazesini selâmladılar. Böylece Türk milleti Damat Ferit paşanın hıyanetini protesto etmiş oldu.
Halep vilayetindeki ayaklanmalar 1916, Urfa 1915, Kayseri 1918, Sivas1914, Şebinkarahisar(Giresun)1915, Diyarbakır1915, Erzurum, Erzincan, Muş, Bitlis 1914, Van Nisan1915.
VAN’LI KÜÇÜK KAHRAMANLAR[27]
Ordumuzun Rusları İran sınırından öteye kadar sürüp çıkarmasıyla Van’da eski neşeli ve sevinçli günler geri gelmişti. Ne yazık ki bu neşe ve sevinç uzun sürmedi. Sarıkamış’taki felâketin haberi eski keder ve matem günlerini geri getirdi. Bu felâket haberinden birkaç gün sonra Rusları İran sınırının ötesine sürüp çıkaran kahraman jandarma tümeninin cephanesinin bitmek üzere olduğu haberi geldi.
Karakış bütün şiddetiyle sürüyordu. Her taraf iki metre kalınlığında karla kaplı, yollar, geçitler kapalı olduğundan hayvan veya her hangi bir nakil vasıtasının yola çıkarılması mümkün değildi. Öyleyse kalın kar her tarafı kaplamış ki hayvanların dahi yürümesi imkânsız. Tümenin ihtiyacı olan cephaneyi insan sırtında 120 km. ye taşımaktan başka çıkar yol yok. Halbuki şehirde ihtiyar, kadın ve çocuklardan başka kimse kalmamıştı.
Şehir müdafaa meclisi valinin başkanlığında toplandı. Uzun tartışmalardan sonra 12-17 yaşları arasındaki öğrencilerden başka bu işi yapacak kimsenin bulunmadığı anlaşıldı. Öğrenci velilerinin de izni alınmak şartıyla jandarma tümenine istediği cephaneyi götürmelerine karar verildi. 120 öğrenci sırtlarındaki cephane yükleriyle cepheye doğru yola çıktılar. Bu öğrencileri yolda Ermeni baskını ve diğer tehlikelerden korumak için 18 jandarma da yanlarına muhafız olarak verildi.
Öğrencilerin bu yüce vatan perverliğini gören aşiretler de bunlara katıldılar. Küçük kahramanlar yüklerini cepheye ulaştırdıktan sonra geriye dönüş başladı, iki günlük yürüyüş olaysız, normal geçti. Üçüncü gün Çuh dağlarında amansız fırtına başladı. Bu amansız fırtına zavallı küçük kahramanların felâketi oldu. Van’dan yola çıkan 120 öğrenciden ancak 10’u ayakta 30’u da hasta sedyeler üzerinde şehire dönebilmişti. 80 öğrenci korkunç fırtınadan karlar arasında can vermişti.
Başta vali olmak üzere bütün şehir halkı (Ermeniler hariç) bu perişan kafileyi şehrin giriş yerinde karşıladılar. Hastahaneler cepheden gelen yaralılarla dolu idiler, küçük hastaları evlerinde bakmakta imkânsızdı. Büyücek bir ev boşaltıp hastahaneye çevrildi. Doktorların gayret, dikkat ve ihtimamlarına rağmen ne yazık ki küçük kahramanların birçoğunu kurtarmak mümkün olmadı, İran içlerindeki cepheye cephane götürmek için Van’dan yola çıkan bu küçük kahramanlardan ancak 20-25 i kurtarılabilmiş diğerleri, vatanları namına şehit olmuşlardı.
Ermenilerin Tımar ayaklanması:
Tımar, Van ile Erciş arasında bucak merkezidir. Küçük kahramanların acısı unutulmadan, ana babalarının ve bütün Vanlı Müslümanların kalplerindeki sızı bütün şiddetiyle taptaze dururken 18 Şubat 1915 de Tımar bucağına bağlı Esrisin köyündeki Ermenilerin ayaklandılar
Gevaş ayaklanması: Ermeniler 24 Şubat 1915 tarihinde ikinci bir isyan çıkardılar.
Çatak (şitok) ayaklanması: Çatak Ermenileri 12 Nisan 1915 tarihinde öncekilerden daha şiddetli bir ayaklanma çıkardılar
ERMENİLERİN VAN AYAKLANMASI.[28]
Günler geçip Rus ordusu Vana doğru ilerledikçe Ermeniler daha saldırgan oluyorlardı. Komitelerin çok önceden – şahsî müdafaa plânı – adında gönderdikleri gizli talimat uyarınca Ermeni köylüler Van’a yerleşmişler, sayıca Türklerden çok fazla olmuşlardı.
Vali, Ermenilerin ani bir baskını sonucu bu zavallı çaresiz Türklerin büyük katliamla yok edilmelerinden korkuyordu. Bu görünür tehlikeyi önlemek için valinin başkanlığında toplanan şehir müdafaa meclisi aşağıdaki kararı almıştı.
Karanlık basınca Türk halkına silah ve cephane dağıtımı yapılacaktı.
Yirmişer kişilik üç milis müfrezesi geceleri şehirde devriye gezecektir.
Namaz vakitlerinde Müslümanların bir taarruzla karşılaşmamaları için, camilerin kapılarında nöbetçiler bulundurulacaktır.
Ayaklanma sırasında gıda maddeleri bulunamayacağından halkın bir kaç günlük gıda maddesi biriktirmesi gerektir.
Kuyu ve çeşmelere Ermenilerin zehir dökmeleri ihtimali göz önüne alarak birkaç günlük ihtiyat su bulundurulacaktır.
Ermenilerin, evlerine kundak sokarak yangın çıkarmaları ihtimaline karşı itfaiye hazır durumda bulundurulacak, evlerde yangın söndürecek kum ve su hazır bulundurulacaktır.
Sokaktan bomba veya kurşun atılması mümkün pencere kenarlarına yatak yapılmayacaktır.
Geceleri pencere ve kapılar kapalı olacak kapıların arkasına kol demiri veya ağaç dayanacaktır.
Yangın, baskın, isyan hareketlerini görenler vakit geçirmeden olayı hükümete haber verecekler.
Gece sokağa çıkma yasağı konulduğu zaman herkes bu yasağa sıkıca bağlı olacaktır.
Valinin başkanlığında şehir müdafaa meclisinin aldığı bu kararı uygulamaya başlayacağı günün ilk saatlerinde, yarı aydınlığın başladığı bir zamanda Ermeniler çıkardıkları yangınlarla ayaklanmaya kalkışmışlardı.
Ermeniler, yangın ve kargaşalıktan faydalanarak ilerleyip Ulu cami çevresine giden yolları kesip buradaki Müslümanları çembere almışlardı. Halk bu semte doğru ilerlemeye başladı. Ermeniler ateş açtılar. Önceden siperlere yerleşmiş, Ermenilerin pencere ve mazgallarında yaptıkları ateşten bir adım ilerlemek imkânı yoktu.
Ermeniler, ilk olarak biri birinden oldukça uzak bulunan hükümet binası, postahane, Osmanlı Bankası ve Düyun-u Umumiye binalarını kundaklayıp yangın çıkardılar.
Yangınlar halkı şaşırttı. Bir anda sokaklar şaşkın ne olduğunu ve olacağını kestiremeyen heyecanlı insanlarla dolmuştu. Atlı itfaiye mensupları yangın yerine gelince mevzilenmiş Ermeniler halka ateş açtılar. Asker ahali biri birine karıştı. Korkunç bir panik baş gösterdi. Yaralılara, ayakaltındaki cesetlere bakan kalmamıştı.
Van’da böylesine çetin boğazlaşmalar olurken Vanlılar Valinin istediği yardımcı birlikleri dört gözle bekliyorlardı. En geç akşama veya yarın sabaha kahraman askerlerimizin Van’a gelecekleri hesaplanıyordu. Sabahın erken saatlerinde müfrezenin yetiştiği şehre girmek üzere olduğu haberi yayıldı.
Bütün umutlarını kahraman askerlerimize bağlamış şehrin Müslüman halkı çoluk, çocuk, kadın, ihtiyar müfreze gözüktü. Halk çılgınca askerleri alkışlıyor, selamlıyor, sevinç göz yaşları döküyordu. Birlik durdu. Birden bire silahlarını halkın üzerine çevirdiler. Rastgele ateşe başladılar. Ölen yaralanan, kaçarak biri birini çiğneyerek ezen insanlar birbirine karıştı. Feryat, ağlama sızlama tam bir ana baba günü idi..
Bu kanlı ve alçakça davranışın bir Ermeni planı olduğu anlaşıldı. Ermeni çetecileri Türk askeri kılığında şehre doğru yürüyecekler, şehirde önceden Türk askeri geliyor, diye söylenti çıkarılacak. Müslüman halkın günlerce can ve gönülden beklediği Türk askerini karşılayacağı hemen hemen bütün Vanlıların kadın, ihtiyar ve çocuklarıyla askeri karşılayacakları şüphesiz. Böylece sivil halkı müdafaasız düz bir ovada yakalayıp yok etmek yüreklerinde yıllarca besledikleri intikamı almak.
Rus ordusu çok yaklaşmıştı. 15 Mayıs 1915 tarihinde Rusların Van’a girebilecekleri hesaplanıyordu. Göçme imkânı olmayanların emniyetini sağlamak. Ermenilerin intikam ve canavarlıklarından korumak için Ruslarla görüşmeler yapıldı ise de bir sonuç elde edilemedi. Rus kazakları Muradiye üzerinden ilerlerken Müslümanları kılıçtan geçirmeye, Ermenilerden de daha zalim ve insafsız katliamlara başladılar. Bu canavarlardan zorlukla canlarını kurtarabilenler Van’a sığındılar 14 Mayıs 1915 te Van boşaltılmaya başlandı. Muradiye’den gelen göçmenler, boşaltmayı daha da zorlaştırmıştı. Şehrin boşaltılması Ermenileri cesaretlendirdi. Gece çıkış hareketi yaptılar. Canı ağzına gelmiş Müslüman halk Ermeniler üzerine öylesine bir hücuma geçtiler ki; akıllara durgunluk veren bu şahlanış karşısında Ermeniler, büyük kayıplar vererek tekrar inlerine dönmek zorunda kaldılar.
Rus ordusu Ercek’e vardıktan sonra yelpaze şeklinde dağılıp ilerlemeye başlamıştı. Rus ordusunu durduracak hiçbir kuvvet kalmamıştı. Artık bu durum Van’ı savunmanın hem imkânı hem de manası kalmamıştı. Van’ın boşaltılmasına kalkışıldı.
Halkın hicrete hazırlanması için tellâllarla ilan yapıldı. Şehir az zamanda mağara halini aldı. Halkın bir kısmı son nefesine ve son kurşunlarına kadar şehirlerini savunmak istiyorlardı. Halka bu kararından döndürmek için vilayetçe pek çok çaba harcandıysa da pek azı döndü.
Müslümanlar, Van’dan ayrılırken akşam güneşinin kızgınlıklarına karışan korkunç yangının alevlerini gördüler. Ermeniler Van’ı yakmışlardı.
Ermeniler, Van’ın Rus ordusu tarafından işgalini kendileri için zafer saydılar. Dünyanın her tarafında şenlikler düzenlediler. Bayram ettiler. Gazetelerde uzun uzun makaleler yayınladılar. Ruslarla birlik olduklarını, Rusların büyük, âdil, alicenap, medeni bir millet olduğunu, altı asırlık Türk esaretinin artık sona erdiğini, bağımsız Ermenistan’ın temellerinin, atıldığını, Ermeni milletinin batı medeniyeti ve hıristiyanlık dünyası için yaptığı hizmetlerin karşılığı Rus, İngiliz ve Fransızlar tarafından milletler arasında layık oldukları yerin(!) kendilerine verileceğini ilan ettiler.
Ermeniler, Van’ın Rus ordusu tarafından işgalini kendi hesaplarına nasıl zafer sayabilirler? Ne yapmışlardı? Asırlardan beri dinî ve millî hayatlarını koruyan sayesinde mutlu bir hayat sürdükleri Türk devletinin en zayıf olduğu bir zamanda onu arkadan hançerlemek, düşmanına yardımcı olmak zafer olur mu? Ermeniler, Ruslara ne biçim yardım ettiler? Eli silah tutan erkeklerin cephede oldukları sırada müdafaasız yaşlı, ihtiyar, kadın ve çocukları top yekûn öldürmek, yağmacılık, yangın çıkarmak bunlar övünülecek işler mi?
Ermeniler, Rusların bağımsız bir Ermenistan istemediklerini, doğu vilayetlerini ele geçirebilirlerse Don bölgesinden getirecekleri kazaklarla kolonize ederek Akdeniz’e çıkmak istediklerini, kendilerini maşa yaptıklarını göremediler veya görmek istemediler. Ruslar, Kafkasya’daki Ermenileri Sibirya’ya sürgün ederken Van’ı verirler mi? Bu açık gerçeği görmediler, çünkü gözleri Türk ve İslâm düşmanlığıyla kararmıştı. Savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Ermeniler için esirlik, kölelik değişmeyecekti. Ancak değişen bir şey olacaktı ki Türk idaresindeki dinî ve millî varlıkları tamamiyle kalkacak Rus boyunduruğu altında gerçek köle ve esir olacaklardı.
ERMENİ TEHCİRİ
Ermenilerin tehcirleri üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçtiği halde halâ üzerinde türlü dedikodular yapılan bir konudur. Türk düşmanları bu hadiseyi barbarlık diye nitelemekte ve zaman zaman dünyanın her tarafında Türkler aleyhine bir silâh olarak kullanmaktadırlar. Özellikle Ermeniler 14 Mayıs gününü (tehcir kanununun yürürlüğe girdiği gün)(24nisan.1915) millî matem günü olarak kabul etmişler; bu gün Suriye, Lübnan, Fransa, İngiltere, Amerika ve Ermeni bulunan her yerde toplantılar, mitingler, gösteriler, konferanslar tertipleyip Türk milletinin aleyhinde ağza alınmayacak sözler söylerek Türk düşmanlığını körüklemektedirler. Ermenilerin arkasında hala Haçlı taassubu sürdüren Hristiyan devletlerin Ermenileri kışkırttığı da unutulmamalıdır.[29]
Tehcir kanunu ve uygulanmasına gelince: 14 Mayıs 1331 (1915) tarihinde yürürlüğe giren kanun metni şöyledir:[30] Kanunda “tehcir” kelimesi geçmiyor, yalnız “diğer mahallere sevk ve iskân” diyordu.
Madde 1- Sefer vaktında ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ve müstakil: mevki komutanları ahali tarafından her hangi bir surette hükümetin emirlerine, memleketin müdafaasına ve asayişin muhafazasına ait icraat ve tertibata karşı gelme ve silâhlı tecavüz ve dayanma görülürse derhal askerî kuvvetlerle en şiddetli surette tedibat yapmaya, tecavüz ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur.
Madde 2- Ordu, müstakil kol ordu, tümen komutanları askerî icaplara mebni veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân ettirebilirler.
Madde 3- İşbu kanun neşri tarihinden geçerlidir. 13 Recep 1333 ve 14 Mayıs 1331 (1915).
Önce şunu belirtmek de yerinde olur ki: Kanun metninde bu kanun sadece Ermeniler hakkında uygulanacağına ait bir kayıt yoktur. Sadece “hükümet icraatına karşı çıkan, emirlerine itaat etmeyenle, silâhlı mukavet eden, düşmana casusluk yapan köy ve kasaba ahalisi” kaydı vardır.
Halbuki Osmanlı imparatorluğu bünyesinde Türk’ten başka Yahudi, Dürzi, Süryanî, Nasturi, Rum ve Ermeni gayrı müslimler bulunuyorlardı. Acaba bu kanun Ermenilerden başka diğer gayri müslim milletlere neden uygulanmadı? Dahası var o zaman Osmanlı devleti sadece Kafkas cephesinde Ruslarla çarpışmıyordu. Çanakkale cephesi, Kanal, Suriye, Filistin ve Irak cephelerinde de çetin savaşlara girişmişti. Yunanlılar, düşman cephesinde oldukları halde neden Anadolu’daki Rumlar tehcire tabi tutulmamışlardı? Ve neden Yahudi, Dürzi, Süryani, Nasturi gibi gayri müslimlere kimse dokunmamıştı? Cevabını verelim. Çünkü onlar devletin, ordunun emniyetini tehlikeye sokacak hiçbir harekette bulunmamışlar tek kelime ile o zamanlar Anadolu’da devlete isyan etmemişlerdi.[31]
Vatanın her tarafında, cephelerde oluk oluk Türk kanı akarken Ermeniler bağımsız Ermenistan ham hayalinin arkasına takılıp gönüllü alaylarıyla Rus ve Fransız ordularıyla Anadolu’yu işgale girişmişler; Osmanlı ordusundan silahlarıyla kaçıp çeteler kurmuşlar, bu çeteler Türk ve İslam köylerini yağmalamış, yangınlar çıkarmış, müdafaasız halkı en vahşi biçimde öldürmüş, can, mal ve namus emniyetini ortadan kaldırmış, düşmana casusluk yapmış, Van’da olduğu gibi Rus ordusuna yardım için muntazam planlı isyan düzenlemiş, Van’ı kendilerinin işgal ettiklerini, Van’ın Ermeni vatanı olduğunu, bundan sonra Van’da Rus bayrağının yanında Ermeni bayrağının dalgalanacağını, Van için dünyanın her tarafında fetih şenlikleri yaptıklarını gazete ve dergilerde uzun uzadıya yazdıklarını unutmamak gerekir. Bütün bunlar Ermenilerin düşmanla iş birliği yaparak devlet ve milletin varlığına kast ettiklerini göstermiyor mu? İşte bunun için yani Türkiye ve Türk milleti kendi varlığını korumak için Ermenileri tehcir etmek zorunda kaldığını göstermektedir.[32]
“Arnold Toynbee” hocası “James Bryce “ile birlikte hazırladığı “Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere yönelik Muamele” isimli eserinde Türk Devletine olmadık iftiraları atarlar. Bu kitap “MAVİ KİTAP” olarak dünyaca ünlüdür. Toynbee yıllar sonra yaşlılığında yazdığı hatıralarına bu kitabın kendilerine yazdırıldığını itiraf eder. Şöyle ki İngiltere’nin müttefiki Çarlık Rusyası Yahudi soykırımı yapmıştır. Bunu örtbas etmek için Dünya kamuoyunda Osmanlıyı tam savaş anında Ruslarla bir olup arkadan vuran Ermenilerin göçünü (tehcirini) soykırım olarak göstermek için bu kitap yazdırılmıştır.[33] Şevket Süreyya Aydemir “Enver Paşa” isimli eserinde Osmanlı ordusunda yedek subay olduğunu yazar. “Enver Paşa” eserinde 12 Mart 1918 de, Erzurum’u kurtaran birlikler içinde olan Şevket Süreyya Bey şöyle anlatır: “Bu eserin yazarı, Erzurum’un kurtuluş günü, mesela Gürcü Kapı İstasyonunda, üç bin kadar tahmin edilen Türk ölülerini yığınlar halinde görmüştür. İşgal ettiğimiz binaların bodrumları da ölülerle doluydu. Erzurum’da öldürülen Türklerin sayısı çok büyük yekûna varır. Bu sahneleri, ileri harekâtta, bütün yol boyunca da aynen tespit ettik. Mütareke üzerine tahliye ettiğimiz Türk bölgelerinde ve bu arada Kars ve Aras boyu çevresinde de Türk kırımı devam etti.” Bu kırımları yapanlar Ermeni Çetelerdi. [34]
Ermeni gailesinin biraz gerisi hakkında kısa bir bilgi nakledeyim: Osmanlı Devletince teba-ı sadıka diye en güvenilir yerlere getirilen fakat Türk Milletinin zor günlerinde ise ihanet eden Osmanlı Meclis-i Mebusanı milletvekillerinin bile içinde bulunduğu Ermeni çetelerin yaptıkları katliamları görürüz.
“20 Nisan 1915’deVan Ermeni isyanı başlar; resmî daireleri, evleri basar, katliam yaparlar. Müslüman halk gönüllü birlikler kurarak Ermenilerle dövüşe başlar. Ancak isyan bastırılamaz. Tebriz üzerine yürümekte olan Halil [Kut] Bey komutasındaki 1. Kuvve-i Seferiye isyanı bastırmakla görevlendirilir. Halil Bey, Dilmen’deki Rus kuvvetlerini geri atarak ilerlemeye çalışır. Ancak, takviye alan Rus birliklerine karşı ikinci taarruzu başarılı olamaz. Açlık ve hastalıktan çok askerimizin kırıldığı bir çekilişle Bitlis’e varır. 16 Mayıs’ta Van Rusların eline düşer. Osmanlı takviye kuvvetler getirterek, yirmi İki gün süren çarpışmalardan sonra Van’ı 22 Temmuz 1915’te geri alır. Ancak, Ağustos içinde Ruslar 135.000 kişilik bir kuvvetle yeniden, saldırırlar; Osmanlı kuvvetleri Bitlis’e doğru çekilir; Ruslar yeniden Van’a girerler.
Erzurum tarafında Rus kuvvetleri büyük sayı üstünlüğü içinde Aşağı Pasin Ovası’nda 13 Ocak 1916’da saldırıya geçerler. Osmanlı askerinin yoksulluğunu bildikleri ve kendi askerlerini kürklerine kadar ikmal ettikleri için kışın saldırmayı yeğlerler. Beş bin mevcutlu bir Osmanlı tümeni otuz beş bin kişilik Rus kuvvetlerini üç gün kadar oyaladıktan sonra Erzurum mevziine çekilir. Gürcü boğazı’nı savunan Osmanlı kolordusu ise topçu ateşi ve sayı üstünlüğü karşısında dayanamaz; Erzurum Ovasına doğru çekilmeye başlar. Sonunda, 3. Ordu komutanı birliklere çekilme emri verir ve Rus kuvvetleri 16 Şubat 1916’da Erzurum’a girerler. Mart ayı içindeki savaşlar sonunda, 18 Nisan’da Trabzon düşer. Fevzi (Çakmak) Paşa ve Deli Halit Paşa kuvvetleri Çoruh vadisi ve Soğanlı Dağlarında Rus kuvvetlerini durdurmak için dövüşürler. 25 Haziran’da 3. Orduya bağlı birlikler Trabzon’u almak üzere bir baskın düzenler; Ruslar Of ve Sürmene’ye kadar atılırlar. Ancak bu sırada Rus kuvvetleri Bayburt üzerinden taarruza geçerler; 8 Temmuz’da Kop cephesini yararak ilerler ve 20 Temmuz 1916’da Gümüşhane, 25 Temmuz’da Erzincan’a girerler. Osmanlı kuvvetleri Kemah-Kelkit-Gümüşhane hattını tutarlar. O sene çok ağır bir kış yaşanır ve Osmanlı birlikleri için pek yıpratıcı olur.”[35]
SONUÇ
Ermeni gailesi, Tanzimatçıları uğraştırdı, Islahatçıları, Meşrutiyetçileri uğraştırdı; Kuvay-ı Milliyecileri de çok uğraştırdı. Ve bugün Cumhuriyet çocuklarını uğraştırıyor. [36]
Bilindiği gibi 13 Recep 1333 -14 Mayıs 1331 (1915), Ermeni Tehcir Kanunun Yürürlüğe girdiği tarihtir. Bu yıl ve önümüzdeki yıldan itibaren sözde Ermeni soykırım iddiaları artacak ve Aziz Türk Milleti suçluluk duygusuna sürüklenmek istenecektir. Son dönemlerde bazı Üniversitelerde ve TV programlarında pervasızca konferanslar düzenlenmekte, programlar yapılmaktadır. Türk aydınları, bilim adamları, kısaca her vatansever, Ermenilerin Türklere karşı işledikleri katliamları, mağdur olan Türk Milletine yansıtma çapalarını boşa çıkartmaları gerekmektedir. 2015 yılına kadar Avrupalılar ve Ermeniler tarafından yapılacak propaganda ile Türk vatandaşları aldatılmaya çalışılacaktır. Aydının görevi, bıkmadan, usanmadan halkı, siyasileri, bürokratları gerçek bilgiye ulaştırmak olmalıdır. Bunun için öncelikle tarihî veriler ve ilmî eserlerden yola çıkarak Türk Milleti üzerine oynanan oyunun gerçek yüzü ortaya çıkarılmalıdır. Yıllardır iftira ve yalan üzerine siyasetlerini ikame eden batı ve onun oyuncağı olmuş ermeni çetelere karşı halkımız uyanık tutulmalıdır. Ayrıca Avrupa’daki her ülkede Türkler, Ermenilerden misli misli fazladır. Fakat Ermeni diasporası az olmasına rağmen güçlüdür. Bu sebeple Avrupa’daki Türkler de bu hususda bilgilendirmeli etkinlikleri artırılmalıdır.
ABD Visconsin University Osmanlı Tarihi Bölümü Kurucusu KEMAL H. KARPAT’ın şu sözleri oldukça önemlidir. Sadece bu cümle bile bütün yalanları çöpe atmaya yeterlidir: “ERMENİ SÜRGÜNÜN YAPILDIĞI 1915’TE DOĞU ANADOLU Rus işgali altında idi. 1917’de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle çekilmek zorunda kaldılar. RUS ORDUSUYLA BİRLİKTE 1 MİLYON ERMENİ KUZEYE ÇEKİLDİ.” Ermeniler’in o dönemde İstanbul dâhil nüfusları 1,5 milyon bile değildi.[37]
NÜFUS SAYIM RAPORLARI:
1 milyon 400 bin. (İngiliz sayımları)
1 milyon 200 bin (Sultan II. Abdulhamit’in yaptırdığı sayım).
2,5 milyon (Ermeni Patriğinin Sayımı)
İngiliz elçisi Nüfus sayımındaki farkı Patriğe sorduğunda aldığı cevabî mektup şudur:
“Biz Ermeni nüfusu bazı yerlerde iki defa saydık. Mesela Sivas’da saydığımızı Erzurum’da da saydık. Göçebe Müslümanları da saymadık.” [38]
Osmanlı Meclisi Mebusa’nından Van mebusu Papazyan: “Kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür” diyordu Erkekleri cephede savunmasız silahsız Türk Köyleri yakıldı yıkıldı. İnsanlıktan uzak işkencelere tabii tutuldular. Hâlâ Türk Milletini suçlayanlara ne denebilir ki?
Osmanlı İmparatorluğu çökünce ise Türk de, Ermeni de, Rum da enkazın altında kalabilir, beraber ezilebilirdi; çünkü yan yana, hatta iç içe yaşıyorlardı. Benzetmede hata olmazsa, çok milletli Osmanlı toplumu bir “şark halısı” gibiydi, denilebilir. Çok renkli, çok motifli; sağlam bir dokusu, kendine göre bir ahengi, dengesi, estetiği olan bir şark halısı veya Türk halısı. Avrupa’ya göre ise Osmanlı’nın çok renkli bu güzelim halısı çirkindi, onu tek renkli “garp halıcıkları”na dönüştürmeliydi. Eski halı sökülmeli, yünleri ipleri, renklere göre ayrılmalı ve aynı malzemeden tekrar tek renkli garp halıları veya Avrupa halıları dokunmalıydı. Dayatma işte buydu. Tarihçi Arnold Toynbee, Batı’dan çıkan milli devlet ilkesinin Osmanlı toplumuna uygulanması, “atomdan kopmuş bir elektron gibi yıkıcı ve öldürücü olmuştur” der.[39]
Tehciri değerlendiren sosyalist Ermeni tarihçi A.B. Karinyan, 1925’de yazdığı “Emperyalist Savaş ve Ermenistan” adlı kitabında şöyle demektedir: “Çünkü Avrupalılara yardım ve yataklık eden unsurun, Türkiye’de yaşayan Hıristiyan nüfus olduğu biliniyor. Bu durum, emperyalizme hizmet eden Ermenilere, Süryanilere ve Rumlara kuvvetli darbeler indirdi. Bu sebeple, Ermeni kırımının gerçek sahipleri, Avrupalı emperyalistler ve talimatlarıyla hareket eden Hıristiyan misyonerlerdir. Onların Türkiye’deki kültür taşıma faaliyetleri, iyilikten çok kötülük getirmiştir. Çalışmaları ve politikaları sonucunda Türkiye’nin zengin yerleri yıkıma uğramış, nüfus ise kırılmıştır.”[40]
Taşnak Partisi’nin 1923’de yapılan kongresine sunduğu raporda parti lideri Kaçaznuni tehciri şu şekilde değerlendirmiştir:” 1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu, kitlesel sürgünler ve baskınlar gerçekleştirildi. Bütün bunlar Ermeni meselesine ölümcül bir darbe vurdu. Tarihsel Ermenistan’ın, bize devreden gelenekler ve Avrupa diplomasisinin vaatleri doğrultusunda, bağımsızlığımızın temelini oluşturması gereken bölgeleri boşaltıldı; Ermeni vilayetleri Ermenisiz kaldı. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır.”[41]
Zorunlu göç kararı, Ermeni çetelerin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Anadolu’da bir Ermenistan kurma hayalini yıktığı gibi, Ermeniler de yüzyıllardan bu yana yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılmıştır. Ermenilerin bahsettiği “zorunlu göç travmasının” nedeni, ileri sürdükleri gibi yapılan sahte “soykırım” değil, Büyük Ermenistan hayalinin sonsuza değin yıkıldığını anlamış olmalarıdır.
Ermeni katliamları zorunlu göç sonrasında da devam etmiştir. Rusya’da 1917’de Çarlığın yıkılması üzerine Rus Orduları Doğu Anadolu’dan geri çekilmeye başlamışlardır. İşte bu noktada ne olduğunu sosyalist iki Ermeni milletvekili, İstanbul milletvekili Salah Cimcoz ve İzmir milletvekili Nesim Mazelyah, Stockholm’deki Sosyalist Konferans’a çektikleri telgrafta şöyle demişlerdir: “Rus Ordusu’nun geri çekildiği her tarafa Ermeni çeteleri girerek, her nevi öldürme, işkence ve yazıyla belirtilmesi imkânsız ırza geçme girişiminde bulunmakta ve yolları üzerinde gördükleri kadın, çocuk ve ihtiyarları öldürmektedirler.”
Diğer yandan Birinci Dünya Savaşı’nda 500 bini asker olmak üzere toplam 2.5 milyon Türk hayatını kaybetmiştir. Ermeni çeteleri ve Rus Ordusu’nun ilerlemesi sırasında ölen Türklere gelince, Ermeni Millî Heyeti Başkanı’nın 1919 Paris Barış Konferansına sunduğu rakamlar, Alman kaynakları ve Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy’nin çalışmalarının ortaya koyduğu veriler, Doğu ve Orta Anadolu’nun doğusunda 1.2 milyon sivil Türk’ün öldüğünü göstermektedir. Van’da Türklerin % 62’si, Bitlis’de % 42’si, Erzurum’da %31’i, Diyarbakır’da % 26’sı hayatınıkaybetmiştir. Doğu Anadolu’nun beş vilayetinde Türklerin % 32’si yok edilmiştir.[42]
Kaynaklar
Bilâl N Şimşir, Ermeni Meselesi (1774-2005), Bilgi yayınevi, Ankara, 2005.
James Bryce &Arnold Toynbee, (çeviren. Ahmet Güner) Mavi Kitap( Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yönelik Muamele, Pencere yayınları, İstanbul, 2005.
Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Demografik ve Sosyal Özellikleri. Timaş yayınları, İstanbul, 2010.
Kemal Karpat, Milliyet Gazetesi, 31.05.2009,Röportaj: Devrim Sevimay.
Mehmed Hocaoğlu, Arşiv Vesikalarıyla tarihte Ermeni Mezâlimi ve Ermeniler, Anda Dağıtım, 1976, İstanbul.
Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Remzi Kitapevi, Cilt III,İstanbul,1972.
Taylan Sorgun, İttihad ve Terakki’den Cumhuriyet’e Halil Paşa Bitmeyen Savaş, Kum Saati Yayınları. 2003.
Ümit Özdağ, Özcan Yeniçeri, Ermeni Psikolojik Savaşı, Kripto Yayınları, Ankara, 2009.
EK
BAKÜ’DEKİ VATAN
Ermeniler Sovyetlerin çözülmeye başlaması ile toprak taleplerini artırmışlardı. Ermenistan’dan katliam korkusu ile Azerbaycan’a göç eden Türkler bu durum karşısında Bakü ve Sumgayt’taki Ermenilere karşı protesto gösterileri yaptılar. Olayların büyümesi ile ölen ve yaralananlar oldu. Sovyet ordusu sözde, Ermenileri Türklere karşı korumak üzere Bakü’ye girdi. On dokuz Ocak 1990 gecesi Rus tankları Bakü sokaklarında yaklaşık 140 civarında Türk insanını çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek demeden ezerek şehit ettiler. Bakü, 20 Ocak’ta kan ve göz yaşı ile sabahladı. Daha sonraki yıllarda şımaran Ermeniler Rus desteği ile topraklarını genişlettiler ve Türk kanı döküp, katliamlarına devam ettiler.
Bu olayların yıllar öncesini Dr. Hayati Bice’nin “Türk Yurtları Üzerine Notlar”[43]kitabından sizlerle paylaşmak istiyorum:
“1987 yazında asırlık Türk yurdu Nahcivan ile ilgili Sovyet Ermeni taleplerine ilişkin haberler gazetelerde yoğun olarak görülmeğe başlandı. 1989 yılma gelindiğinde Ermeni talepleri bu defa Karabağ’ı da içine alacak şekilde genişledi ve başta Fransa ve A.B.D. olmak üzere dünyanın birçok köşesinde kitle gösterileriyle gündeme yeniden taşındı.
Ünlü Türkçü’lerden Ağaoğlu Ahmed Bey’in oğlu DP bakanlarından Samed Ağaoğlu 1966’da Sovyetler Birliği’ne yaptığı geziden sonra kaleme aldığı eserine “Sovyet Rusya İmparatorluğu” adını veriş gerekçesini şöyle açıklıyor: “…Sovyetler -Birliği gerçekten bir imparatorluktur. Topraklarının genişliği, hâkim bir milletin çevresinde toplanmış tabi milletleri, kolonileri; ihtirasları, emelleriyle Roma’dan Rus Çarlığı’na kadar gelip geçmiş bütün imparatorluklara benzer. Onlardan ayrı tek rengi kendinden başka imparatorluk istememesi…”
Ermenistan’da Azerbaycan’a bağlı Karabağ özerk bölgesinin Ermeni toprağı olduğu ve bu sebeple Ermenistan’a bağlanması gerektiği ileri sürülerek yapılan gösteriler, yukarıdaki tarife göre “imparatorluğun iki tabi milleti” arasındaki çekişmeler olarak değerlendirilebilir ilk bakışta. Ancak bölgedeki tarihi gelişmeler göz önünde tutularak yapılacak serinkanlı bir yorum, olayın bir yönüyle tarihi Türk-Rus ilişkilerini ilgilendiren boyutları olduğunu ve hatta konunun Türkiye’yi ilgilendiren yönlerinin de en az ilki kadar önemli olduğunu ortaya koyacaktır.
1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, gerek Türkiye ile olan ikili ilişkileri ve gerekse bünyesinde barındırdığı -Sovyet kaynaklarına göre- 60 milyonun üzerindeki Türk nüfus bakımından tarihi Türk-Rus ilişkilerinin yeni bir döneminin tarafı olarak kabul edilmelidir. Milliyet ve dini burjuva toplumlarının birer üst yapı kurumu olarak niteleyen Marksizme göre, Sovyet Rusya’nın uygulama ve hedefleri doktrin yönünden tartışma götürür bir durumdadır.
1917 Mayıs’ında toplanan I. Bütün Rusya Müslümanları Kongresi’nde alınan; her bölgede ayrı bir federe devlet kurulması kararına uygun olarak kongreye katılan Türk toplulukların lider kadroları, bolşeviklerin “Doğu Halkları’nın bağımsızlık ve self-determinasyon hakları”na saygı gösterecekleri vaadlerinin de cesaretlendirmesi ve en çok da siyasi ve askeri vasatın bağımsızlık ilanını kolaylaştıran şartlarından yararlanarak bağımsız devletlerini teşkil faaliyetlerine başladılar. Bu faaliyetlerin ileride oluşturacağı potansiyel tehlikeyi farkeden bolşeviklerin lideri Lenin, bir tedbir olarak 18 Aralık 1917’de tayin ettiği Kafkasya Komiseri Ermeni asıllı Stepan Şaumyan’a 30 Aralık 1917 tarihli kararname ile o sırada Rus işgali altında bulunan Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya’da Sovyetler Birliği’ne bağlı bir Ermenistan devleti kurma yetkisini de verdi. Bu günkü Ermenistan S.S.C.’nin imâlatında bu yetki belgesi kullanılmıştır. Ancak Türk liderleri de faaliyetlerinde epeyi yol almıştı. 22 Nisan 1918’de Kafkasya Rusya’dan ayrıldığını ilan etti ve bağımsız devletini kurdu. Bu sırada Azerbaycan bölgesinde Ermeniler ile Azeri Türkleri arasında büyük çatışmalar cereyan ediyordu. 25 Nisan 1918’de oluşturulan Bakü Sovyeti, Azeri Türkleri tarafından yıkılarak 28 Mayıs 1918’de Milli Azerbaycan Devleti kuruldu.15 Eylül 1918’e kadar Bakü dâhil bütün Azerbaycan bolşeviklerden temizlenmişti. 22 Nisan 1918de Birleşik Kafkasya Cumhuriyeti kuruldu. Türklerin Azerbaycan ve Kafkasya’da milli devletlerinin kurulmasının yarattığı ortamda Gürcistan ve Ermenistan antibolşevik güçleri de milli yapılar içinde teşkilatlandılar ve kendi devletçiklerini kurdular.12 Ocak 1920’de Azerbaycan Milli Devleti Türkiye, İran ve bazı batılı ülkeler tarafından resmen tanınmıştı. Bolşevikler Rusya’daki iç savaşı galip olarak tamamladıktan sonra Kafkasya’ya yöneldiler ve bölgede kurulmuş olan milli devletleri ele geçirdiler. Kafkasya Milli Devletleri yıkıldıktan sonra 27 Nisan 1920’de de Azerbaycan Milli Devleti’ni yıkarak Azerbaycan’ı Sovyet topraklarına dâhil ettiler.
Bolşevik hâkimiyetinin tesisinden sonra Kuzey Kafkasya’da otonom cumhuriyet ve özerk bölgeler; Güney Kafkasya ve Azerbaycan’da Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan S.S.C. ile Nahcivan Özerk eyaleti ve Karabağ Özerk bölgesi kuruldu. Kâğıt üzerinde yapılan çizimlerle bu bölgelerin sınırları belirlendi. Yüzyıllardır Azerbaycan ile koparılamaz bir bütünlük gösteren Nahcivan ile Azerbaycan araşma bir yılan gibi yapay bir Ermenistan kuşağı sokuldu.
Bugün Sovyetler Birliği’nin Ermeni vatandaşlarının hak talep ettiği Nahcivan ve Karabağ bölgeleri böylesi bir tarihi arka plana sahiptir. İlk olarak 1987 Ağustos’unda Nahcivan Özerk Eyaleti’nin Ermenistan’a bağlanması için dilekçeler hazırlanmış; Moskova’ya sunulmuş ve nihayet 1988 Şubat’ının son günlerinde Ermenistan’ın başkenti Erivan’da düzenlenen kitle gösterileriyle Karabağ Özerk Bölgesi’nin Ermenistan’a ilhakı talebi gündeme getirilmiştir. Gelen haberler arasında bölgede Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasında yer yer çatışmalar olduğu haberleri de yer almaktaydı.
Ermenistan Dedikleri…
Bugünkü Sovyet Ermenistan’ı Türk Revan Hanlığı’nın toprakları üzerinde, imal edilmiştir. Başkenti olan Erivan adı da Revan’dan bozmadır. Bölgedeki yüzyıllardır “Göğce göl” diye bilinen; destanlara, türkülere de bu adla geçen güzel gölün güzel ismi de “Sevan”a çevrilerek güya Ermenileştirilmiştir. 1828‘de Rusların Revan Hanlığını yıkmalarından sonra bölgeye iskân edilen Ermeniler, 19.yüzyıl sonlarında çoğunluğa geçmişlerdir. Gerek 19.yüzyıl boyunca süren Osmanlı-Rus savaşlarında ve gerekse ihtilal günlerinde bölgedeki Türklere karşı katliamlarda dâhil her türlü düşmanlığı gösteren Ermeniler, en son Bolşeviklerle birlikte 1920 yılında Azeri Türkleri’ne karşı harekete geçerek binlercesini katletmişler; sağ kalanları ise Hazar Denizi’ne doğru çekilmeğe mecbur bırakmışlardır. Ancak bu şekilde bölgedeki nüfus içinde yer edinebilecek bir orana ulaşmışlardır. Bütün bunlara rağmen 1979 Sovyet verilerine göre Ermenistan S.S.C.’nde 2.982.000 Ermeni’ye karşılık 294.000 Türk vardı ki nüfusun yaklaşık % 10’unu teşkil etmekteydi. Nahcivan Özerk Eyaleti’nde ise 250.000 kişilik nüfusun büyük çoğunluğunu Türkler teşkil etmektedir.
Anadolu ile Kafkasya arasında Ermenilerin rol oynayacağı tampon bir bölge oluşturma fikri, Ruslardan önce Osmanlı İmparatorluğu’nu çökertmek isteyen Batılı emperyalistler başta İngilizler tarafından ortaya atılmıştır. Sultan II. Abdülhamid devrinde İngiltere hesabına çalışan ünlü Türkolog, Musevi asıllı bilim adamı Prof. Arminius Vambery’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı raporlar, Kafkasya’da bir “Ermenistan” oluşturulması fikrinin gelişimine ışık tutacak niteliktedir. Prof. Vambery, 1.7.1895 tarihli raporunda şunları belirtmektedir: “…En son Royal Geographical Society toplantısında coğrafi ve ırkı açıdan bir Ermenistan’ın mevcut olmadığı fikrini savunan Mr. Lynch’e de bütünüyle katılmaktan kendimi alamıyorum. Eğer Avrupa güçleri böyle bir eyalet yaratmak istiyorlarsa işte o zaman işleri çok zordur. Çünkü Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’nun her taratma dağıldıkları için, sözüm ona, Ermenistan, en aşağı Erzurum, Doğu Beyazıt, güneyde Diyarbakır ve Batıda Edirne’ye kadar uzanmak zorundadır…” Prof. Vambery aynı konuyu işlemeğe devam ettiği, 1.11.1895 tarihli raporunda da, İngiltere’nin Osmanlı imparatorluğu uyruğundaki Ermenileri kışkırtma faaliyetlerinin niteliğine dikkat çekerek, “… Bugün kimse İngiltere’nin insancıl engellerine kanacak kadar saf değildir. Asıl amaç Anadolu ile Kafkasya arasında tampon bir bölge yaratmak olsa dahi bu proje, pratik bir çözüm olarak görülmemelidir. Bu projeyi gerçekleştirebilmek için her şeyden önce coğrafi bir Ermenistan yaratmak gereklidir. Oysa ki, etnik açıdan bölgedeki Müslümanlar, Ermenilerden beş kat daha fazla nüfus yoğunluğuna sahiptirler…” demek suretiyle o günün gerçeklerini dile getirmektedir. Bu raporların yazılmasından 25 yıl sonra bir Ermenistan Devleti’ni Anadolu ile Kafkasya arasına tampon bir bölge olarak sokmayı başarabilen Rusların fikir babasının İngilizler olduğu anlaşılmaktadır. Böylece 25 yıl gibi bir sürede, bir devletin nasıl üretildiğini anlamamız, daha sonraki yıllarda Filistin’de üretilen İsrail Devleti’nin oluşumunu anlamamızı da kolaylaştıracak niteliktedir.
Ermenilerin kendi tarihi toprakları olduğunu iddia ettikleri Karabağ Özerk bölgesi Kuzey Azerbaycan’ın merkezinde yer almakta ve bölgedeki yerleşim yerleri olan; Terter (Mirbeşir), Ağdam, Yevlak, Laçın, Kelbecer, Akçabedi, Berde, Askeran şehirlerinde nüfus çoğunluğu Türklerde iken sadece; Suşa, Noraçin ve bölgenin idari merkezi Hankendi (Stepanekert) şehirlerinde Ermeni nüfusu % 60’a ulaşmaktadır. Karabağ’daki Ermenilerde bölgenin yerli halkı olmayıp, çeşitli Ortadoğu ülkelerinden Bolşevik ihtilalinden sonra bölgeye yerleştirilen göçmenlerdir. Bütün Karabağ bölgesindeki nüfusun % 75’ini teşkil eden Ermenilerin sayısı sadece, 123.076’dır. Ermenilerin hak iddia ettikleri bir diğer Türk diyarı olan Nahcivan’da ise 241.000 kişilik nüfusun % 14 kadarı Ermenilerden oluşmaktadır.”
Ermeniler, hak etmedikleri coğrafyada Karabağ’da 26 Şubat 1992’de Türk sivilleri acımasızca katlettiler. Yaklaşık, 106 kadın, 83 çocuk geri kalanı silahsız erkekler olmak üzere 613 Karabağ Türkünü öldürdüler. Türkiye’de “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürüyenler hiçbir gün “Hepimiz Türküz” demediler. Türk Milletine karşı işlenen suçları hiçbir zaman dile getirmediler.
20 Ocak 2014
DİPNOTLAR
[1] ESTÜDAM Müdürü
[2] Ümit Özdağ, Özcan Yeniçeri, Ermeni Psikolojik Savaşı, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 18-19.
[3] Bilâl N Şimşir, Ermeni Meselesi (1774-2005), Bilgi yayınevi, Ankara, 2005.,s. 10-11.
[4] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.12. Emre Kongar, “Tarihe Yanlış Bakmak”. Cumhuriyet, 14. Mart. 2005.
[5] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.12.
[6] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.16.
[7] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.16.
[8] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.16-17.
[9] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.17.
[10] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.17.
[11] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.18.
[12] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.19.
[13] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.19.
[14] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.19.
[15] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.20.
[16] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.20.
[17] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.20.
[18] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.20-21.
[19] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.21.
[20] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.22.
[21] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.24.
[22] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.24.
[23] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.25.
[24] Bilâl N Şimşir, a. g.e., s.25.
[25] Mehmet Hocaoğlu, Arşiv vesikalarıyla Ermeniler, Anda dağıtım, İstanbul, 1976, s.180-223.
[26] Mehmet Hocaoğlu, a. g. e., s.572-630.
[27] Mehmet Hocaoğlu, a. g.e.s.621.
[28] Mehmet Hocaoğlu, a. g.e.s.630.
[29] Mehmet Hocaoğlu, a. g.e.s.645.
[30] Bilal N. şimşir, a. g.e., s.,299., Mehmet Hocaoğlu, a. g.e.s.645.
[31] Mehmet Hocaoğlu, a. g.e.s.646. Maalesef daha sonraki yıllarda bu azınlıklardan bazıları Türk Devletine isyan etmiş, katliamlara eli bulaşmıştır.
[32] Mehmet Hocaoğlu, a. g.e.s.646.
[33] James Bryce &Arnold Toynbee, (çeviren. Ahmet Güner) Mavi Kitap( Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yönelik Muamele, Pencere yayınları, İstanbul, 2005.
[34] Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Remzi Kitapevi, Cilt III,İstanbul,1972, s.489.
[35] Taylan Sorgun, İttihad ve Terakki’den Cumhuriyet’e Halil Paşa Bitmeyen Savaş, Kum Saati Yayınları. 2003.
[36] Bilâl N. Şimşir, a. g. e.,s.11.
[37] Kemal Karpat, Milliyet Gazetesi, 31.05.2009,Röportaj: Devrim Sevimay.
[38] Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Demografik ve Sosyal Özellikleri. Timaş yayınları, İstanbul, 2010, s. 145-149..
[39] Bilâl N Şimşir, a.g e., s.23-24.
[40] Ümit Özdağ, Özcan Yeniçeri, a.g.e., s. 90.,A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, Ankara, 2006, s.9
[41]Ümit Özdağ, Özcan Yeniçeri, a.g.e., s.91. Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisinin yapacağı Bir Şey Yok, (1923’ Parti konferansına rapor), Kaynak Yayınları, Ankara, 2005, s.32
[42] Ümit Özdağ, Özcan Yeniçeri, a.g.e., s. 91. Justin McCarthy, MiIIî Felaket, Yeniden Doğuş, Türk Milleti ve Mustafa Kemal Atatürk”, Atatürk-Cumhuriyet Tarihi-Türk Tarihi, Ankara 1984, s.9’dan nakleden Erdal İlter, “Ermenilerin Tehciri ve Türkler’in Göçü”, Ermeni Araştırmaları, Üç Aylık Tarih, Politika ve Uluslararası İlişkiler Dergisi, Bahar 2003, Sayı 9, s.35
[43] . Dr. Hayati Bice, Türk Yurtları Üzerine Notlar, Bilge Oğuz, İstanbul, 2010. s. 131-155. (kısaltılarak alınmıştır)