ORTA DOĞU’DA YENİ DENGELER
Prof. Dr. ATA ATUN
25 Mayıs 1981 tarihinde Suudi Arabistan’ın çağrısı ile Basra
Körfezi'ne kıyısı bulunan Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve
Birleşik Arap Emirlikleri, kısa adı Körfez İşbirliği Konseyi olan “Körfez Arap
Ülkeleri İşbirliği Konseyi”ni kurarak ekonomi, dış politika ve sosyal
hedeflerde ortak hareket etmek kararı aldılar. Birleşik ekonomik anlaşma ise
yaklaşık 6 ay sonra 11 Kasım 1981 tarihinde Riyad'da imzalandı. Bu Konsey’e çok
daha basit ve ilkel düzeyde Avrupa Birliği benzeri, Körfez Ülkeleri Birliği de
denilebilir.
1995 yılında, babası Katar Emiri Şeyh Halife bin Hamad
es-Sani’yi kansız bir darbe ile deviren Şeyh Hamid Bin Halife Al Sani, yönetimi
ele alınca Katar’ın dış politikası da yavaş yavaş değişmeye ve KİK şemsiyesi
altından uzaklaşmaya başladı. 18 yıllık iktidardan sonra asırların Arap
geleneği olan ölene kadar iktidar uygulamasını değiştirdi ve 25 Haziran 2013
tarihinde yaptığı "artık yeni neslin iktidarda rol alması gerektiği"
açıklaması ile Katar Emirliği görevini Veliaht Prens Şeyh Tamim bin Hamad El
Sani'ye devretti. Dünyanın en genç liderlerinden biri olan Şeyh Tamim, yüksek
öğrenimini İngiltere’de, Sherborne, Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi ve
Middlesex Harrow School'da yaptı. 1850 yılından beri Sani ailesi tarafından
yönetilen Katar’ın son 2 Emiri, Katar’ı Batı’dan ve Suudi Arabistan’dan tamamen
bağımsız bir ülke haline getirmenin adımlarını atmaya başladılar.
1997 yılında Katar’ın dış politikasını değiştirmek ve
Katar'ı Suudi Arabistan'ın şemsiyesi altından çıkarmak politikasını yürürlüğe
koyan Şeyh Hamad, zemini sağlam bir şekilde hazırlayınca, yerine geçen Şeyh
Tamim aynı politik yoldan ilerlemeye devam etti ve geçen hafta bu değişim
sancılı bir şekilde zirve yaptı.
Katar küçük bir ülke ama kişi başı geliri dünya üzerinde ilk
20 ülke içinde.
1970 yılındaki
Gayrı Safi
Yurtiçi Hasılası sadece 300 milyon dolar olan Katar’ın 2015 yılı Gayrı
Safi Yurtiçi Hasılası 164.60 Milyar Dolar. Boyuna göre bayağı büyük bir rakam
olan bu hasıla petrol üretim ve ihracatından kaynaklanıyor.
1997 yılından itibaren Katar, uluslararası camiada sesini
duyurmaya ve her geçen yıl sesini biraz daha gürleştirmeye başladı. Günümüzde
Katar artık bölgede, Suudi Arabistan’ın kuklası olmak yerine önemli ve
görüşleri dikkate alınması gereken bir ülke konumunda. Özellikle de bölgenin
zıt kutupları olan İran ve Suudi Arabistan arasında denge politikası yürütüyor,
kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını da korumayı başarıyor. Buna ilaveten,
Batı’nın terör örgütü olarak tanımladığı Hamas gibi İslami Hareketlerle de
Batı’yı gücendirmeden sıcak ilişkiler içinde ve bölgedeki halkın bir parçası ve
temsilcisi durumda. Gerçekte Katar bölgenin kilit ülkesi haline gelmiş durumda.
Suudi Arabistan bu gelişmeden ve liderliğin elden gitmesinden çok rahatsız ve
ısrarla Katar’ın tekrar KİK altında girmesini ve kendi yanında olmasını
istiyor. Zaten sorun da bu istekte. Bu şamadan sonra Katar'ın gücünü kırmak
için, Suudi Arabistan ve Abu Dabi bir araya gelip, yanlarına diğer 3 Arap
ülkesini de alarak “Karşıt Arap Devrimi” blokunu oluşturdular.
Batılı hackerlerin saldırısı sonrasında 23 Mayıs gecesi
Katar Resmi Haber Ajansı (QNA) sayfasına konan, Katar Emiri Şeyh Temim Al
Sani'nin güya söylediği iddia edilen "ABD'ye karşı ve İran'ı
destekleyici" açıklamanın yer alması krizi anında başlattı. Aynen 15
Temmuz’da Türkiye’de sahneye konduğu gibi 23 Mayıs’ta da birileri Katar’ı
cezalandırmak ve gözden düşürmek için planlı bir şekilde düğmeye bastı. İşin
ilginç tarafı Suudi Arabistan da bir başka Körfez ülkesi olan Birleşik Arap
Emirliği’nin (BAE) etkisi altında.
Katar aynen Türkiye’nin dış politikasının önemli bir
parçasını oluşturan “bölgedeki halkları desteklemek ve onların haklarını
korumak” siyasetini uyguladığı için, 15 Temmuz darbesi sırasında Türkiye’ye
saldıran BAE medyası şimdi de aynı türdeki yalan, iftira ve çamur atma yöntemi
ile Katar’a saldırmakta. Çok iyi eğitimli ve Başbakanlık deneyimi de olan Şeyh
Tamim’in, bilgisi ve elindeki neredeyse sınırsız para gücü ile bu krizi kendi
lehine çevireceği kesin….
Artık Orta Doğu’da politik dengeler, Batılıların tasarladığı
şekilde değil, yöresel ülkelerin istediği yönde oluşacak…
KIBRIS’TA TEMMUZ KERAMETİ
Prof. Dr. ATA ATUN
Bu sabah KKTC yerel saati ile 02:00’de New York’taki BM
binasının 38’inci katında BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM Genel
Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide, KKTC Cumhurbaşkanı
Mustafa Akıncı ve Rum lider Nikos Anastasiadis birlikte bir yemek yediler.
Yemekte konuşulan konu Kıbrıs Müzakerelerinin devam
edebilmesi için süreçteki tıkanıklığın nasıl aşılabileceği ve Cenevre yolunun
nasıl ve hangi şartlarla açılabileceği.
Rum tarafının doğalgaz aramalarını başlatacağı Temmuz ayı,
gerçekte kritik bir tarih Kıbrıs’ın kaderi konusunda.
BM tarafında, müzakerelerin organizatörü Eide’nin yakın
dostlarından sızan bilgilere göre Eide, Temmuz’da BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs
Özel Danışmanlığı görevini bırakacak ve Norveç’e geri dönerek Eylül ayında
yapılacak Parlamento seçimlerine katılacak. Eide geçmişte, 2009 yılında yapılan
seçimleri kazanan İşçi Partisinin lideri Jens Stoltenberg’in kurduğu hükümette,
Kasım 2011’den Aralık 2013’e kadar sırası ile Savunma ve sonra da Dışişleri
bakanlığı görevlerinde bulunmuştu. 2013 yılındaki seçimlerde İşçi Partisi
hezimete uğrayınca iktidar Muhafazakar Partiye geçmiş ve hükümeti de “Demir
Kadın” lakaplı Erna Solberg kurmuştu.
Eide’nin yaptığı hesaplara göre, 2017 Eylül’ünde Norveç’te
yapılacak seçimlerde hem milletvekili seçilecek, hem de iktidarı ele geçirecek
olan İşçi Partisi’nin Dışişleri bakanı olacak.
Kıbrıs Müzakereleri tarafında ise şu ana kadar gelinen
noktada, halen daha uzlaşma bekleyen 10-12 civarında önemli konunun bulunması,
hiçbir başlığının bunca görüşme, müzakere ve çabaya rağmen halen daha
kapatılamadığı ve her başlığın kendi içinde de çözülmesi zor, birkaç tane
kangren olmuş konunun halen tartışmaya açık bekliyor olması.
New York’ta yemeğe oturan liderler arasında derin ayrılıklar
var.
Akıncı, “Cenevre’nin son olması, sonuç üretmesi için New
York’ta üzerimize düşeni yapacağız. Ön koşullar Kıbrıs’ta kabul edilmediği
gibi, New York’ta da Cenevre’de de kabul edilmeyecektir. Uzlaşılmış zeminler
var. Bu çerçevede tüm başlıkları ele almaya, birbiriyle ilintili olarak
değerlendirmeye ve bunları sonuca götürmeye hazırız” derken, Anastasiadis, “Güvenlik
ve Garantiler başlığını bitirelim ya da bitirmeye çok yakın hale getirelim,
ondan sonra da toprağa geçelim, toprağı da bitirelim, ondan sonra diğer 4
başlığa bakarız” diyerek Cenevre’de Türk tarafını Harita sunmaya zorlayan ilk
siyasi tuzağının yeni bir versiyonunun haberini vermekte gerçekte.
Anastasiadis’in niyeti belli. Aynen toprak konusunda yaptığı
gibi Mustafa Akıncı’yı siyasi manevralarla Güvenlik konusunda oyuna getirip,
seçildiğinin daha ilk günü “Güvenlik ve Garantiler konusu tabu değildir”
açıklamasına uygun olarak mevcut Güvenlik ve Garantilerin değişimi
doğrultusunda adım atmaya, öneri sunmaya zorlayacak.
Görünen köy kılavuz istemezken, Akıncı tarafından “Rum
tarafında Şubat ayında seçimler var, Anastasiadis çözümden vaz geçmiş görünerek
seçimlere yönelik yatırım yapıyor” gerekçesinin öne sürülmesi hiç te inandırıcı
değil. 2013 yılında seçildiğinden beri Kıbrıs Müzakerelerinde yapıcı hiçbir
girişim yapmayan, tam tersine “Türkler azınlıktır, Azınlık çoğunluğa eşit
olamaz, yönetimde hak ve söz sahibi olamaz” diyerek tavrını ve geleceğe yönelik
düşüncelerini ortaya koyan Anastasiadis’in, Temmuz ayından itibaren, Şubat’ta Rum tarafında seçim yapılacak diye
hangi tutumunu değiştireceğini gerçekten çok merak ediyorum…
GEÇMİŞTEN DERS ALMAK
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC Meclisi Başkanı Dr. Sibel Siber Kıbrıs Türk
gazetelerinin geriye dönük arşivi oluşturmaya başladıktan sonra bir araştırmacı
olarak bu arşivden çok yararlanmaya başladım. Geçen aylarda Kıbrıs Rum
Temsilciler Meclisinde 15-22 Ocak 1950 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş
Plebisit kararının Rum okullarında anılması konusunda yasa yapılınca söz konusu
arşivi karıştırmaya başladım. O günlerde Kıbrıs’ın durumu neydi, niye Plebisit
yapılıyordu, Türk Rum ilişkileri ne düzeydeydi, sıkıntılar ne idi gibi sorular
kafamda, arşivi taradım.
Türk Rum ilişkileri berbatmış 1950 yılında.
“Geçmişte Rumlarla birlikte mutlu yaşıyorduk” yalanını ve
balonunu yaymaya çalışanların aksine hiçte iyi değilmiş ilişkiler. Rumlar
çoğunluk olarak ele geçirdikleri işyerlerinde, kamuda, yarı kamuda ve benzeri
yerlerde işe alınmış hiçbir Türk yokmuş. Sokak isimlerindeki Türkçe adlar
kaldırılmış ve yerlerine Rumca adlar konarak sadece Rumca ve İngilizce
yazılıymış sokak isimleri.
13 Ocak 1950 tarihli HÜRSÖZ gazetesindeki “Atina’dan gelen
bir Yunan gazetecisi ile mülâkat” başlıklı yazı kelimesi kelimesine aşağıdadır. Gerçekte bu yazı 67 sene evvelki durumu net
bir şekilde gözler önüne sererken, aramızdan bazılarının da Rum ağzıyla
konuşup, çanak tuttuğu “Türk askerinin adadan gitmesi” ve “Türkiye’nin
garantörlüğünün kaldırılması” durumda başımıza geleceklerin kehanetinde de
bulunmaktadır.
HÜRSÖZ, 13 Ocak 1950:
“…. Dün gazetemizin imtiyaz sahibi ite Atina’da çıkan “
Akropolis” gazetesinin, plebisit için Kıbrıs’a göndermiş olduğu temsilcisi Bay
Thom Tsakirides arasında bir konuşma yapılmıştır. 15’inde yapılacak plebisit
için adaya gelmiş bulunduğunu belirten Bay Tsakirides, Kıbrıs Türklerinin neden
Yunanistan’a İlhak istemediklerini öğrenmek istemiş ve gazetemiz imtiyaz sahibi
tarafından verilen izahatı dinledikten sonra şu suali sormuştur.
- Kıbrıs
Türkleri ne istiyorlar? İlhak istemediklerine göre Kıbrıs’ın geleceği için ne
düşünüyorlar?
İmtiyaz sahibimiz bu suali şu şekilde cevaplandırmıştır:
- Kıbrıs Türk
halkı bu günkü siyasî ahval tahtında statükonun muhafazası var. Fakat Kıbrıs’ın
herhangi bir el değiştirmesi icap ederse burasının Türkiye’ye ilhakı
talebindedir.
Bay Tsakirides bunun üzerine demiştir ki:
Kıbrıs Türkleri Türkiye’yi, Rumlar ise Yunanistan
istediklerine bakılırsa (Türk - Yunan dostluğu ve sıkı münasebetlerini
düşünerek) şu halde Adada müşterek ve sembolik bir Türk-Yunan idaresi
kurulmasına ne dersiniz?
İmtiyaz sahibimiz bu sual üzerine böyle bir fikri ilk defa
olarak işitmekte olduğunu ve sayın meslektaşımızın bu nokta-i nazarın İçendi
gazetesinde Yunan halkına sunmasını ve neticesini görmesini tavsiye etmiş ve
sözü başka bir safhaya intikâl ettirerek Türk-Yunan dostluğuna rağmen adadaki
Rum unsurunun Türk halkından her zaman uzak ve iki cemaatin daima birbirlerine
yaklaşmaktan kaçınmalarının sebeplerinden Rum ileri gelenlerini ve siyaset
adamlarını mesul tutmuştur. Türk halkına reva görülen ayrı ve düşmanca
muameleye küçük bir misal olmak üzere, Türk ve Rum halkının ödenekleri ile
idame olunan Lefkoşa ve diğer kazalardaki elektrik şirketlerinde memur ve işçi
olarak bir tek Türkün çalıştırılmamasını göstermiştir. Lefkoşa gibi nüfus
bakımından önemli bir Türk varlığına sahip bulunan bir yerde bile Başkan
Yardımcısı’nın Türklerden seçilmeyişini ve Türk sokaklarının imarının ihmali
ile bazı sokak isimlerinin yalnız Rumca ve İngilizce yazılmış olmasını ve daha
birçok bunlara benzer ufak ve fakat çok önemli meseleleri ve haksızlıkları
zikreden başyazarınızın bu pek haklı tenkitleri karşısında Bay Tsakirides,
Yunan iradesinde bunların olmayacağını tahmin ettiğini belirtmiştir!!
Adadaki müteaddit Yunan şirketlerinde de Türk işletmemek ve
Türkü hakir görmek prensibinin esas tutulduğunu ve binaenaleyh Türk halkının bu
gibi vaadlere asla aldanmayacağını açıkça belirten gazetemiz başyazarının kati
ifadesi karşısında Yunan gazeteci dostumuz, genel politika mevzuuna geçmiş ve
dünya keşmekeşi içerisinde Türk-Yunan dostluğunun lüzum ve ehemmiyetini
belirterek kendisinin bu dostluğun şiddetli müdalilerinden olduğunu açıklamış
demiştir ki:…”
“Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az” demiş
atalarımız. Umarım bu yazıyı okuyan art niyetliler, geçmişimizden bir kesiti
öğrenirken, geleceğimizin de nasıl olabileceğini ve Kıbrıs sorununun 1974
yılında değil, bundan bir asır önce başladığını, Kıbrıslı Türklere reva görülen
zorluk ve mezalimi anlayabilirler.