30 Haziran 2016 Perşembe

DOST DOST DİYE NİCE NİCESİNE SARILDIM; BEYHUDE DOLANDIM BOŞA YORULDUM :: NACİ AKIN

DOST DOST DİYE NİCE NİCESİNE SARILDIM;
BEYHUDE DOLANDIM BOŞA YORULDUM
NACİ AKIN
Yazımızın başlığındaki dizeler, ünlü ozan Aşık Veysel Şatıroğlu'na ait, "Benim Sadık Yarim Kara Topraktır" adlı şiirinden alınmadır. Şiirin tamamını okumanızı salık veririm, ne dersler var görün isterim.
Bu hafta Rusya ve İsrail'le ilişkilerin normalleşmesine yönelik varılan mutabakatı yazmayı planlamıştım, öyle de yapıyorum. Ancak dün gece sevgili dostum Muhsin Divan'ın sosyal medya hesabındaki "Damdaki Kemancı" başlıklı paylaşımı da ilham verdi bana. Sizler Muhsin Divan'ı Televizyonlardaki ödüllü yarışma programlarında yüz milyarlarca lirayı götüren ve bir dönem Kanal D'de yayınlanan Takip programında tüm yarışmacılarla tek başına yarışan, kimsenin yenemediği ve her soruyu bilen adam olarak bilirsiniz. Oysa benim için Adalet Partisi Gençlik Kollarından yetişmiş, Üsküdar Gençlik Kolları başkanlığı ve DYP İstanbul il başkanlığı yapmış, özgürlükçü, idealist bir demokrat, okuyan, yazan, fikir üreten donanımlı bir entelektüel siyasetçidir.
Sayın Divan yazısında Rusya ve İsrail'in bölge için öneminden, sevseniz de sevmeseniz de düşmanlığının değil dostluğunun ülke yararına olacağından söz ediyor. Sayın Divan yazısının sonunda bir de ironi yaparak, Damdaki Kemancı (Anatevka) adlı müzikalin başkahramanı Rus Yahudisi Sütçü Teyve'nin hiç de kötü biri olmadığını söylüyor.
Osmanlıdan bu yana Ruslarla yıldızımız hiç barışmamıştır. Hele Bolşevik devriminden sonra ülkemiz için tam bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Buna rağmen, Kurtuluş Savaşında çizdiği emperyalizme karşı direnen bir ulus imajıyla Türkiye yedi düvelle savaşırken Sovyet tehdidinden korunmayı becermiştir. Elbette bunda Mustafa Kemal'in askeri dehasının yanında siyasi dehası da rol oynamıştır. En yakın dostlarına Komünist Partisini kurdurarak Mustafa Suphi ve arkadaşlarını devre dışı bırakmış, Ruslarla irtibatı kendi kontrolünde tutmuştur. İzmir İktisat kongresinde kontrollü bir liberal ekonomi modeli benimsenmesine kadar da hep dost kalmış, sonrasında ise mesafeli bir dostluk sürmüştür. Türkiye taşıdığı rejim ihracı ve soğuk savaş yıllarının gerginliği dışında bu mesafeyi hep korumuştur.
Yahudi toplumu ise Türkiye'ye karşı ne birinci dünya savaşında ne de Kurtuluş Savaşında düşmanlık beslememiştir. 500 yıl önce engizisyondan kaçan ve kendilerine kucak açan, yurt veren Osmanlı'ya ve Türklere sadık kalmışlardır. Ermeni ve Rum çeteleri, hatta bir kısım Müslüman Araplar ve Filistinliler bizi arkadan hançerlerken Yahudi ve Katolik Levanten cemaatler hep dost kalmışlardır. Dahası Nazi zulmünden kaçabilen Alman Yahudisi bazı bilim adamları İsmet Paşanın emriyle Marsilya Başkonsolosumuzun (Coca Cola dünya başkanı Muhtar Kent'in dedesi) verdiği Pasaportlarla Türkiye'ye gelmişler bir kısmı İTÜ'de Türkiye'nin en iyi mühendislerini yetiştirmişlerdir. Bunların bir kısmı Türkiye'de kalmış bir kısmı da İsrail Devletinin kurulmasıyla bu ülkeye göçmüşlerdir. İsrail devleti 1948 de kurulmuş 1949 da Türkiye ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştır. Menderes Hükümetinin Bağdat Paktının kurulmasına öncülük etmesinden sonra aramız biraz limonileşmiş ancak dostluk devam etmiştir. Ta ki, İsrail'in Batı Şeria'yı ve Suriye'nin Golan tepelerini işgaline Sina'ya girmesine dek. Bu tarihten sonra ise diplomatik ilişkiler en alt düzeye inmiştir.
Aslında Yahudi toplumu ile Türklerin arasında hiçbir düşmanlık oluşmamıştır. Manisa Yahudilerinden Moris Şinasi'nin doğduğu kente armağan ettiği hastane yıllar boyu Manisalılara hizmet etmiş halen de Philip Morris vakfı desteğinin sürdüğü söylenmektedir.
***
İki ülke arasındaki gerginliğin artmasına Türkiye'de ve İsrail'de konunun iç politika malzemesi olarak kullanılması sebep olmuştur. Bir taraftan devrimci Filistin halkıyla dayanışma iddiasında olan aşırı sol örgütler ile Müslüman kardeşliği iddiasında olan radikal dinci ve siyasal İslamcı güçler siyaset kurumunu da etkilemiş, 1973 sonrasında kurulan Ecevit-Erbakan Hükümetinde gerginlik iyice artmıştır. AKP iktidarı bu gerginliği iç politika malzemesi olarak kullanmayı dozajı artırarak sürdürmüş, van minut senaryoları ve Mavi Marmara olayları ile zirveye taşımıştır. Ancak bu politikalar ne Ortadoğu'ya barışı getirmiş ne de Türkiye'nin bölgedeki lider konumunu güçlendirmeye yaramıştır. Aksine Ortadoğu kan gölüne dönmüş, ülkeler parçalanmaya yüz tutmuş, Türkiye'nin bölgedeki etkisi sıfıra inmiştir.
Dün Türkiye hem İsrail ile ilişkileri normalleştirecek mutabakata imza attı hem de Sayın Cumhurbaşkanı resmi olarak Rusya'dan özür anlamına gelecek sözler sarf etti. Zaten Kenya seyahati öncesinde Adnan Menderes havaalanında verdiği demeçte bir pilotun hatası bir ülkeye mal edilemez mealinde sözler sarf etmişti. Halbuki olaydan sonra hiçbir şekilde hata kabul etmemiş, sınır ihlal edildi, angajman kurallarının gereğini yaptık demişti. İsrail ile benim olduğum yerde asla normalleşme olamaz diyordu. Bugün söylenenler ve imzalanan mutabakat AKP'nin dış politikasının iflası anlamına geliyor.
Diplomaside büyük söz söylememek en doğrusudur. Yarın geri alacağın sözleri ise asla sarf etmeyeceksin, bazen hiç konuşmamak alt düzeydekileri konuşturmak çok daha iyidir. Yoksa ülkemin itibarı zedelenir. AKP iktidarı hem İsrail hem de Rusya konusunda 180 derece dönüş yapmıştır. Her iki ülkeyle de ilişkilerin normalleşmesi elbette yanlış değildir, doğrudur ancak keşke daha önce bugünler hesap edilerek konuşulsaydı.
Rusya krizinin ekonomimize maliyeti milyarlarca dolardır. Tarlada kalan domates, biber, patlıcan, sebze meyve, kapanan, Haziran ayı sonuna gelmemize rağmen henüz sezon açmayan tesisler, boş şezlonglar bunu çok da güzel yansıtıyor. Ya İsrail ile olanlar? Türkiye Ortadoğu'daki etkinliğini tamamen kaybetmiş, güneydoğu sınırındaki tehditler artmıştır. Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilir haldedir. Yarın Esat'la da barışılırsa şaşmamak lazımdır. Bunları gördükçe insanın aklına kahya ile ağanın hikayesi geliyor.
Bilenler bilmeyenlere anlatır.
Bugünkü durumumuzu ise Veysel söylüyor: DOST DOST DİYE NİCE NİCESİNE SARILDIM; BEYHUDE DOLANDIM BOŞA YORULDUM. Kalın sağlıcakla.

27 Haziran 2016 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ-1 (+2. ve 3. Bölümlerin tamamı; Üç Bölüm Birden) Ertuğrul MAT, Avukat – 14. Dönem Bursa Milletvekili

AVRUPA BİRLİĞİ-1
Ertuğrul MAT,
Avukat – 14. Dönem Bursa Milletvekili
2000 yılında Avrupa Birliğini en yenilikçi ve en rekabetçi ekonomisi yapmak için kararlaştırılan Lizbon Stratejisi başarısızlığa uğramış, siyasi birliğe doğru atılan bir adım olan, “Anayasal Metin“ kurucu Hollanda ve Fransa tarafından reddedilmiştir. Parasal birliği siyasi birliğe dönüştüremeyen Avrupa Birliği hayali sona mı ermektedir? 2007 yılı sonunda başlayan global ekonomik kriz, 20’inci asrın son yıllarında yükselen bir yıldız gibi görünen Avrupa Birliği’nin de, ikinci süper güç değil, ancak çok kutuplu bir dünyanın kutuplarından birisi olabileceğini ortaya koymuştur. Avrupa Birliği’nde ekonomik iflasın eşiğinde olan ülkelere yapılan yardımlar, ayakta kalan diğer ülkelerin halklarını isyan ettirmekte ve “Avrupalılık” duygusunu yok etmektedir. Geçen yıl Eylül ayında yapılan seçimlerde Hollanda’da İşçi Partisi, Avroya da, Avrupa Birliğine de karşı olduğunu ve Yunanistan’a yapılan yardımları engelleyeceğini açıklıyordu. Almanya’da da, Alman anayasa mahkemesinin “Avrupa istikrar Fonu’nun” Alman anayasasına uygun olup olmadığını incelemesi de istenmişti. Avrupa istikrar fonunun hemen hemen tamamını Almanya fonlamaktadır. Tabii bunun neticesi olarak istediği şartları dayatmakta ve siyasal hâkimiyet kurmaktadır. 19’uncu yüzyılda Bismark’ın, 20’nci yüzyılın ilk yarısında Hitler’in silahla yapamadıklarını, ekonomik güçle Merkel’in yapması ve gittikçe Almanya’nın Avrupa’nın hâkimi pozisyonuna yükselmesi, Şubat 2014’te Münih Güvenlik Konferansı’nın açılış konuşmasında Alman Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, uluslararası münasebetlerin şekillenmesinde Almanya’nın, “Alman Ordusu’nu sahaya indirerek” daha fazla sorumluluk alması gerektiğini söylemesi, dikkatlerinizi çekmiyor mu?
20’inci yüzyılda iki defa Paris sokaklarında Alman ordusunu görmüş Fransa, Almanya’nın peşinden gidip kendini garantiye almak peşine düşmüştür. Alman-Fransız işbirliğinin Avrupa’ya yeni bir şekil vereceğini gören İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden kısa bir zamanda ayrılmasına sürpriz gözüyle bakıla bilinir mi? İngiltere Başbakan’ı Cameron, seçimleri yeniden kazanması halinde bu hususu halk oylamasına sunacağını açıklayarak, işaret fişeğini ateşlemişti.
(İngiltere’de siyasetçiler sözlerini tutarlar. Avrupa Birliğinden çıkmayı, halk oyuna sundu. Cameron kampanya esnasında ve referandum sonunda, Avrupa Birliği üyesi İngiltere’nin daha güçlü olduğunu söylemiştir. Yenilince de,” Yeni bir liderliğe ihtiyaç vardır” diyerek Ekim ayında siyaseti bırakacağını açıklamıştır.. Bizde seçim üstüne seçim kaybeden sayın liderlerimiz, kendilerinin vazgeçilmez olduğunu telkin eden etraflarıyla mutlu yaşamaya devam ederler.)
İngiltere’de bu fikir kuvvet kazanırken, İskoçya’da halkın ezici bir çoğunluğu AB’de kalınmasını istiyor. Bazı İskoç milliyetçi siyasetçileri, bu sebeple İngiltere’den ayrılmayı dillendirmektedirler.  Tabii İskoçya’dan ayrılmış bir İngiltere’nin, Avrupa’nın küçük bir ülkesi haline geleceğini hatırlatarak.  Avrupa Birliği’nin geleceğini kurmak ve kurtarmak için, Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Avrupa Birliği'nin bir ulus devletler federasyonuna dönüştürülmesi gerektiğini söylemektedir. Bütün bu gelişmeler, yardım alan ülkelerde de, yardım eden ülkelerde de, “Avrupalılık duygusunu ”yok ediyor.
( Bakınınız, Ertuğrul Mat-Vakıf Sohbetleri, 21. Yüzyılda Çok kutuplu dünya ve Türkiye, 2015,Tüpav, Türk Parlamenterleri Vakfı yayınları.)

ÖZENDİĞİMİZ AVRUPA BİRLİĞİ- 2
Ertuğrul MAT,
Avukat – 14. Dönem Bursa Milletvekili
Biliyoruz ki, bugün Avrupa’da 750 milyonluk yaşlı bir nüfus yaşamakta, nüfus artış oranının düşüklüğü sebebiyle bu nüfusun 2050’de 550/600 milyona düşeceği hesaplan maktadır. Avrupa Birliği ülkeleri kendi lisanlarını konuşan Tunus, Cezayir, Fas, Mısır ve Libya’dan göç almakta, siyahi nüfus ve Müslüman sayısı artmakta, bazı stratejistlere göre de, 2050’de Avrupa’da Müslümanların sayısı, diğer dinlere mensupların sayısından daha fazla olacaktır. Birlikteki koyu Katolik ülkelerin bu artışı kabul edip, aynı çatı altında kalması da zorlaşacaktır.
Yaşlanan Avrupa’da, 2015 yılından itibaren, her gün 5.000 kişi emekli olacak ve sosyal güvenlik ve emekli fonları üzerindeki yük artacaktır. 750 milyon Avrupalının 79 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Avrupa Birliği’nin resmi istatistik bürosu “Eurostat“ın açıklamasına göre, bu 79 milyon Avrupalının 43 milyonu evine yiyecek bile götüremeyecek kadar yoksuldur. Sadece Fransa’da 2,5 milyon yoksul karınlarını aşevlerinde doyurmaktadır. Fransa’da Abbe Pierre Vakfı’nın 2013 sonlarında yaptığı araştırmaya göre, 3. 5 milyondan fazla kişinin düzenli kalacakları bir evinin olmadığı veya insanlık dışı şartlarda, 1.410.000 kişinin de sokaklarda yaşadığı tespit edilmiştir. Romanya ve Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi ile Fransa’ya çalışmaya gelen Roman’lara, geri dönmeleri için, insanlık dışı tazyikler yapılmakta, barakaları ve çadırları yıkılmaktadır.
Avrupa’yı birkaç sene evvel kasıp kavuran kış şartlarında kaloriferlerini ancak bir saat yakanlar, evlerini anneanneleri ve dedeleri ile paylaşanlar çoğalmıştı. Kriz ülkelerinde yaşayan Avrupalılar, paralarını dikkatli harcayabilmek için, günlük kullanımlıklı ürünlere yönelmişti. Bir çamaşırlık deterjan, bir banyoluk şampuan gibi. Son küresel krizin IMF politikaları neticesinde bu rakamları ne kadar artırdığı henüz bilinmemektedir. Atlantik okyanusun iki yakasına yoksulluk ve işsizlik geri dönmüştür. Son krizle işlerini kaybedip sokağa bırakılanların işlerine geri dönmesi de, çok zor görünmektedir. Emeğin, yani insan gücünün yoğun olduğu, demir çelik, beyaz eşya ve otomotiv sanayii doğuya göç etmektedir. OECD bölgesinde bir işçinin günlük ücreti ortalama 135 dolarken, Çin ve Hindistan’da bu ücretin 12 dolar civarında olması ve küresel rekabet, bu sanayileri Asya’ya göçe mecbur ediyor. Bu göçün getirdiği işsizlik, İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalyan ekonomilerinin iflaslarıyla tehlikeli boyutlara yükselmiştir. Avrupa Birliği’nin Euro bölgesi diye isimlendirilen 17 ülkesinde işsizlik Ağustos 2012 de % 11.3 yükselmiş, yekûn olarak da 18 milyon kişiye ulaşmıştır. Bu bölgede en yüksek işsizlik, %25 ile Yunanistan ve İspanya’dadır..

ÖZENDİĞİMİZ AVRUPA BİRLİĞİ-3
Ertuğrul MAT,
Avukat – 14. Dönem Bursa Milletvekili
IMF’den yardım alan ülkelere dayatılan, işçi ücretlerinin dondurulması, tasarrufa gidilmesi, emekli aylıklarının sağlık, eğitim ve savunma giderlerinin azaltılması politikalarının halkını sürükleyici acıları bilen İspanya Başbakanı Zapora, Merkel’in Avrupa Merkez Bankası Başkanıyla IMF Başkanının yardım tekliflerini reddetmesinden kısa bir müddet sonra iktidardan uzaklaştırılmış ve kurulan yeni hükümet IMF’den 46 milyar Euro borç alarak, bütçe giderleriyle yatırımlardan 150 milyarlık Euro tasarruf etmeyi taahhüt etmiş ve İspanya halkının bu krizde ezilmesine sebep olmuştur. İtalya’ya yapılan 85 milyar Euro’luk yardım teklifini, ”Ben intihar etmenin daha güzel yollarını biliyorum” diyerek reddeden İtalya Maliye Bakanı şimdi yerinde değil amma, İtalya krizden çıkma işaretleri vermektedir. IMF yardım alan İrlanda ve Portekiz ekonomilerinin az da olsa büyüme işaretleri vermesiyle bu ülkelerin hükümetleri, IMF ‘ten kurtulma çareleri aramaya başlamışlardır.
Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin, kapitalizmin acımasız kurallarını, Avrupa Birliği’nin az gelişmiş ülkelerine tatbik etmekten kaçınmamışlar, bir bakıma bu ülkelerin iflaslarını bilerek hazırlamışlardır. Euro Bölgesi Başkanı Jean Claude Junker, ”Yunan Ekonomisinin iflas ettiğini bile bile 30 yıldır bizden silah alması için Yunanistan’a borç verdik” diyerek bunu itiraf etmiştir.
Yunanistan’ın sonun hazırladıktan sonra, 2012 Eylül ayında Avrupa troykasının (IMF, EU ve ECB “Avrupa Merkez Bankası”) Yunanistan’ın istediği 31,5 milyar Avroluk yeni yardım paketinin verilmesini çok ağır şartlara bağlaması zor olmadı. Ayrıca verdikleri bu yeni borcun bir kısmı da, daha önce verdikleri kredinin temerrüt faiz olarak kesilecekti.
Yunanistan’a, Osmanlının son zamanlarındaki, Düyun-u Umumiye’ye benzeyen bir sistem dayatıldı. Avrupa Birliği’nin özellikle Alman kökenli mali müfettişleri artık, Yunanistan’ın mali yardım şartlarına uyup uymadığını Yunanistan’a yerleşerek kontrol etmektedir. Bunu gören Yunanlılar, son seçimlerde “Avrupa Birliği’ne olan borçlarımızı ödemeyeceğiz” diyen ve milliyetçi söylemlere yönelen, “Altın Orak Partisi”ne önemli miktarda oy vermiştir.
Avrupa Birliği’nin yaşlanan nüfusu, düşük büyüme oranları, Amerika’dan bile daha fazla olan kamu borçları, ortak bir “Avrupalılık ”tutkusunun azalması, Avrupa Birliği’nin Amerika ve Rusya’nın bir zamanlar sahip olduğu küresel çekim gücüne ve tanzim edici bir role sahip olmasını zorlaştırmıştır.
Avrupa Birliği Ülkelerinden (EU):  Yunanistan’ın 487 milyar $; Portekiz’in 220 milyar $; İrlanda’nın 250 milyar $; Belçika’nın 501 milyar $; Fransa’nın 5 Trilyon 633 mil-yar $, İngiltere’nin 10.158 $; İtalya’nın 2 trilyon 702 mil-yar $, Almanya’nın 5 trilyon 674 milyar $, İspanya’nın 2 trilyon 409 milyar $ dış borçları bulunmaktadır. Kişi başına düşen ulusal borç, İrlanda ‘da 567.805, İsviçre’de 176.045; İngiltere 148.702; Fransa’da 78.387; Almanya’da 63.263; İspanya’da 59.457; İtalya ‘da ise 39.791 dolardır. Bölgenin 2013 yılında yüzde 0,5 oranında daralması, 2014 yılında ise yüzde 1 oranında büyümesi beklenmektedir. AB ülkelerinin (AB-27) 2013 yılı GSMH’ları 12 trilyon, 751 milyar, kişi başı düşen milli gelir 2012‘de 38.816 dolardır. Borç stokunun GSMH’ya nispeti %95’tir. (Bunun üzerine IMF Başkanı Christine Lagerde, 2104 yılını Şubat ayında yap-tığı açıklamada, Kamu borcunun, milli gelire nispetinin %60’ı aşması halinde ekonomi büyümez tezini terk ettiklerini ve bu oranın %90’ı geçmesi halinde bile büyümenin olabileceğini kabul ettiklerini açıklamıştır.
***
( Bakınınız, Ertuğrul Mat-Vakıf Sohbetleri, 21. Yüzyılda Çok kutuplu dünya ve Türkiye, 2015,Tüpav, Türk Parlamenterleri Vakfı yayınları.)

21 Haziran 2016 Salı

PARİS KADROSU TERİM DAHİL TÜMÜYLE ISKAT EDİLMELİDİR !.., “Paragöz” milli takım rezaleti! ( Ali Sami ALKIŞ )

PARİS KADROSU  TERİM  DAHİL  TÜMÜYLE  ISKAT EDİLMELİDİR ! 
“Paragöz” milli takım rezaleti!
 ( Ali Sami ALKIŞ )
Milli takımlarımız her dönemde ve her nedense, sürekli olarak prim sorunu yaşamıştır. Başarılarında çok yüksek düzeyde prim aldıkları halde, verileni hep az bulmuşlardır ve daha da fazla almak adına maraza çıkarmışlardır. Bu sefer de aynısı oldu.
2016 Avrupa Şampiyonası grup elemelerindeki mucizevi başarı sonrasında, finallere doğrudan gitme hakkını kazanmıştık.
Futbol Federasyonu, önceden 150 bin Euro olarak belirlenen primi; başarının şok etkisiyle 500 bin Euro’ya çıkardığını açıkladı. Ama bizim futbolcular cinlik yapıp, bu  açıklamayı “500 bin Euro daha” diye algıladıklarını belirti ve kaptan Arda vasıtasıyla, ilk söylenen 150 bin Euro’yu da talep ettiler. Böylece ödülü kendi kendilerine 650 bin Euro’ya yükselttiler. Federasyon bu yüzsüzlüğe tepki gösterdi ve taleplerini reddetti.
Vay sen misin bunu yapan?... “O zaman gelin de siz oynayın” dediler ve şampiyonadan ellerini-eteklerini çektiler. Maçlarda kıllarını kıpırdatmadılar.
Milili olmak bu mudur?
Türkiye’de telaffuz edilen bu miktardaki primleri, Dünya Şampiyonu olmuş takımlar bile almadı. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ya da Suudi Arabistan gibi petrol ülkesi miyiz ki, havadan gelen parayı böyle çarçur edelim.
Zaten ilk önerilen şekliyle de, (Genel dünya standartlarını aşan) çok yüksek düzeyde prim sözü veriyoruz. Ama bizimkiler, ne aza ne çoğa kanaat ediyor. Hep “Daha... Daha” peşindeler.
Geçmişte ne rezillikler yaşandı.
2002 Dünya Kupası’na gitmeye hak kazanan milli takımımız, Futbol Federasyonu yöneticileriyle birlikte otel lobisinde dinlenirken; o sırada televizyonda, dünyaca ünlü otomobil markasına ait lüks bir cip modelinin reklam görüntüleri vardı.
Hakan Şükür bu reklamı göstererek, dönemin Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy’a “Eee başkan... Prim olarak bize de böyle bir cip alırsın herhalde” diye seslendi.
Başkan da ne yapsın, hepimizin bu tür durumlarda karşılık vereceği gibi “Evelallah” dedi, geçiştirdi. Bu rastgele cevap, “Kesin olarak verilmiş” resmi bir söz değil, hatta temenni bile değildi.
Çünkü ne yönetim kurulu kararı ne de açıklanmış bir vaad söz konusuydu. Sadece, Hakan Şükür’ün seslenişi havada kalmasın diye refleks olarak ve öylesine söylenmiş bir cevaptı.
Fakat futbolcular, o an söylenmiş sıradan bir cevabı; federasyonun resmi açıklaması sayıp; o cipleri alana kadar herkese kan kusturdular. Büyük sorunlar yaşandı ama, sonunda o cipler mecburen alınıp futbolculara verildi.
Eski ya da şimdi, farketmiyor... Bunların gözünü hep para hırsı bürümüş, ne yapsan o gözleri doymuyor. Yazık! ( Ali Sami ALKIŞ )
“Paragöz” milli takım rezaleti!
PROTESTOLAR  MİLLİ,  TAKIM  MİLLİ DEĞİL !
PARİS KADROSU  TERİM  DAHİL  TÜMÜYLE  ISKAT EDİLMELİDİR !

14 Haziran 2016 Salı

ELEKTRİK ÜZERİNE - Arzu KÖK

ELEKTRİK ÜZERİNE 

ARZU KÖK_ARAŞTIRMACI, ŞAİR-YAZAR
Birkaç gün önce sabah 06.30’da Meclis’te bir yasa kabul edildi: Elektrik Piyasası Yasası. Bazı maddeleri anayasaya açıkça aykırılıklar taşısa da otuz altı milyon elektrik kullanıcısını ilgilendiren en önemli tarafı; elektrikteki kayıp ve kaçaklarla ilgili düzenleme, yani kayıp ve kaçak bedellerini vatandaşa iade etmeyi önleyen, paşa paşa ödemek zorunda bırakan bir düzenleme…

 Elektrikte ithal payı yüzde 62.6 gibi çok yüksek bir orana sahip. AKP’nin on dört yılda bizleri getirdiği yer burası. Rüzgâr ve güneş enerjisi dururken, bir nükleer sevdası… Türkiye, satın alma gücüne göre, en pahalı elektriği üreten altı ülkeden biri. O pahalı fiyatı hepimiz ödüyoruz. 2007’de dört kişilik bir ailenin aylık elektrik faturası 36.4 lira iken, 2016’da 90 liraya yükseliyor. İki buçuk kat artış...
Ödediğimiz elektrik faturalarının yüzde 48’i vergi, böyle bir fatura dünyanın hiçbir yerinde yok. Dolaylı vergi olduğu için elektriği kullanan herkes ödüyor, herkes elektrik kullandığına göre, herkes kazık yiyor. Dolaylı vergi olduğu ve herkes ödediği için de, çok adaletsiz. Elektrik faturalarında yüzde 48 vergi içinde sayaç okuma, sistemi kullanım bedeli, dağıtım bedeli, enerji fonu, tüketim vergisi, KDV, belediye payı, TRT payı var. Vergi için sıkça kullanılan bir söz var; “Kümesteki kazları bağırtmadan yolma sanatı…” Aynı olay Türkiye'de elektrik için de geçerli… Reva mı bu bizlere?
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; kişi başına düşen ulusal gelire göre elektrik fiyatları karşılaştırıldığında, değil AB ülkeleri arasında, dünya ülkeleri arasında elektrik fiyatlarının en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir. Üstelik de elektrik üretiminde çok daha iyi imkânlara sahip olmasına rağmen. Ama ne yazık ki; toplumdan tepki gelmeyince; hükümet de istediği gibi at koşturuyor. Muhalefet derseniz; zaten bugünlerde onları gören de nerede olduklarını bilen de yok…
Başkalarına peşkeş çekilen elektriğin kullanımından doğan açık da git gide çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun için tedbir almak birilerinin işine gelmemektedir. Çünkü alınacak tedbirler, öncelikle bağımlı oldukları dış güçlere, sonra da önemli desteğini aldıkları yandaş kesimlere dayanacaktır. Bunu yapmaktansa; tam aksini yapıp, açığı oluşturanları bir şekilde koruyup, faturayı dürüst vatandaşa çıkarmak şimdilik en zararsız yöntem. Çünkü, Türk Ulusu tepki vermekte pek mahir değildir maalesef. Bu da, hükümetin arayıp da bulamadığıdır… 
Elektrik konusunun neden böylesine yüklenildi? Nasıl mı oluştu bu açıklar? Dilimizin döndüğünce kısaca anlatalım;
Bilindiği üzere elektriğin en çok tüketildiği ve sanayinin ağırlıkta olduğu Marmara Bölgesi’dir. Bu bölgede kullanılan kaçak elektriğin haddi hesabı yoktur. Ancak Hükümet pek tabii ki bu bölgedeki sanayicinin üzerine gidemez. Nasıl gitsin ki? Zira adamların hemen bütün çoğunluğu, örgütlü bir şekilde ve özellikle TÜSİAD aracılığıyla hükümete olan desteklerini açıkça ifade ediyorlar. Bu durumda hükümet nasıl olur da bunlara müdahale edebilir ki? Hem siz olsaydınız bindiğiniz dalı keser miydiniz?
Yine, konutlarda kaçak elektriğin en çok kullanıldığı bölgeler Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri’dir. Fakat ne yazık ki buralara da dokunulamaz. Zira bunlara izin verilmesinin kökeninde hükümetin izlediği politikalar yatmaktadır. Bu sayede oy oranlarını arttırmadılar mı o bölgelerde. Hatta birinci parti olarak çıkmadılar mı sandıktan bir dönem. Şimdi nasıl olur da bu yörelerdeki kaçak kullanımın önünü kesebilirler ki? Katiyen olmaz. Zira hem oradaki halkın hem de ABD emperyalizminin ve güdümündeki AB’nin maşalarının ve yerli işbirlikçilerinin huzuru kaçar ki bunu asla kabul edemezler…
Ayrıca Kuzey Irak’a verilen elektriğin durumu da söz konusu. Zira o bölgeye verilen elektrik Türk insanının kullandığı fiyatın neredeyse yarısı bir fiyata verilmektedir. Yani Türk insanı kendi topraklarında üretilen elektriği, kendisine ve ülkesine kin besleyen, askerlerimizin şehit olmasına göz yuman, teröristleri vatandaşları olarak kabul edip, savunan bir ülke insanından daha pahalıya kullanıyor. Tabii doğal olarak hükümet buna da bir dur diyemez. Zira bu da politikalarının bir parçası. Yani ABD ve AB’nin dayatmaları. Bu satışa veya buralara verilecek elektriğe yapılacak zamma asla müsaade edilemez. Çünkü, ABD ve güdümündeki AB’yi kızdırmak hükümet için istenebilecek en son şeydir.
Tabii bir de sokak lambalarının faturasını ödemeyen AKP’li belediyeler var. Bu faturaları onlara ödetmek olur mu hiç? O belediyeler ki, kesinlikle sözden çıkmıyor, halka kömür ve gıda yardımı yapıyorlar. Yani bu iyilikleri karşılıksız mı kalsın? Mümkün değil. Tabii ki faturaları ödemezlerse de olur. Nasılsa hükümet ödetecek birilerini bulur. Buluyor da…
Her özelleştirmede yeni bir kazık daha giriyor hepimize. Bize kazık girerken, şirketler bayram yapıyor. Kazığın ana noktalarından biri kayıp-kaçak bedelleri. Yasanın sanki ana amaçlarından biri buradaki yeni düzenleme. Bu yasa ile şirketler kayıp-kaçak yönünden hiçbir sorumluluk üstlenmiyor ama, piyasa yine de onlara bırakılıyor. 33 milyar lira ile ilgili mahkeme kararı olduğu halde, o para iade edilmiyor. Yasanın Meclis’te görüşülmesi sırasında muhalefet partilerinin bu paranın tüketiciye iade edilmesi için verdikleri önergeler AKP oylarıyla reddediliyor. Bu can alıcı nokta Meclis’te dile getiriliyor:
“Bu yasa yirmi bir dağıtım şirketini kurtarma yasasısıdır. Bu yasa ile kendi üzerinde yük olan bu yirmi bir şirketin normalde gereken hatlarda yenileme yapmadan, kayıp-kaçak düşürülmeden, yaratılan rant şirketlerin cebine inmektedir. Sadece 2013 yılında kayıp-kaçak bedeli olarak halktan 5.85 milyar lira toplanmış, dağıtım maliyeti 3.5 milyar lira çıktıktan sonra, kalan 2.35 milyar lirayı dağıtım şirketleri cebe indirmiştir”.(Mahmut Toğrul, HDP milletvekili, 3 Haziran 2016, Meclis Tutanağı).
Sana, bana, hepimize elektrik üstünden atılan kazığın haddi hesabı yok. Sadece bunlar mı? CHP Denizli Milletvekili Kazım Arslan’ın değerlendirmesine göre:
“-Nükleer santral kurmak için kıyılar, zeytinlik alanlar, askeri arazilere girmenin önü açılıyor.
-Çevre mevzuatına aykırı yapılaşmalarda belli şirketlere 2019 yılına kadar cezadan muafiyet getiriliyor.
-Yenilenebilir enerji göz ardı ediliyor.
-Alışkanlık haline gelen “acele kamulaştırma” kapsamı genişletiliyor. (3 Haziran 2016 tarihli Meclis Tutanağı).
Yukarıda anlattıklarımız ışığında buralara ve ilgililere dokunulamayacağı çok açıktır. Bu durumda ihtiyacın karşılanabileceği en uygun alan, dürüst vatandaşlardır. Bunların, nasıl olsa sesleri çıkmıyor, örgütlü de değiller. Arkalarında dışarıdan talimatlı işbirlikçiler de yok. O halde; vurun bunlara. Zam oranını da istedikleri gibi, hatta tüm açıkları kapatacak ölçüde de tutabilirler. Her türlü vergiyi de yükleyebilirler, arazilerine santral kuracağız diye el de koyabilirler… Üç-beş mırıltı duyulur. Sadece o kadar!
Son yılların halka doğrudan yansıyan en ağır yasalarından biri ile karşı karşıyayız. “Eyyy halkımız, hayırlı olsun”. Mutlu musunuz şimdi? 
Arzu KÖK

9 Haziran 2016 Perşembe

Ayı’dan post, Almandan dost olmayacağını "BİZ BİLİYORDUK" Yalçın KOÇAK

BİZ BİLİYORDUK...
Yalçın KOÇAK
Neyi; Ayı’dan post, Almandan dost olmayacağını…
Onlar yüzünden milyonlarca dönüm toprak kaybettik, bizim olup bedeli kanla ödenmiş petrol coğrafyamızı kaybettik, milyonlarca gencimiz nesep bırakmadan toprağa girdi, kimin için?, işte sonuç.
            Hitlerin kızına bazı tarihi hakikatleri anlatma zamanı geldi de, anlatacak adamımız kalmadı. Dedik ya Garbiyat Enstitüsü; Oryantalizmin dört sıfatını batılıların ileri kara kolu gibi görür ve tekzip görmediği müddetçe de hem söyler, hem yazar;
-Diplomatlarımız mı cevap verecek, suratları batıdan, 
-Profesörlerimiz mi cevap verecek sıfatları batıdan, 
-Generallerimiz mi cevap verecek rütbeleri batıdan, 
-Yargıçlar mı cevap verecek, onlarında cüppeleri batıdan.
Bakın Garbiyat okumasıyla konuya biraz dokunalım;
İnsan hakları ve Genosid’de sabıkalı Alman ırkı kendisini o kulvarda yalnız bırakmak istemiyor, Bilmiyorlar ki biz onların Labensraum “ yaşam Alanı “ hayallerinin faturasını ödedik ve hala ödüyoruz. Hala Nach Osten ''Daima Doğuya'' bir dış politika izlerler hem de bizsiz, her şerde toplumsal derdimizde illaki vardırlar nasıl dostsalar anlamak mümkün değil.
             1918-1924 arası İstanbul'un idaresi İngilizlerdeydi, kim onların canını acıttıysa topladılar ve Malta’ya sürdüler, suçlu aradılar. İngiliz yargıçlar da arşivlerde belge aradılar. MI5 ‘in istihbaratçıları yüzbaşı Beneth’te bunların en beter işkencecisiydi. Tehcir kanunla yapıldı, yerleşim yönetmelikle sağlandı. Yollarda ki eşkiyalık ile ilgili BİN ÜÇYÜZ KÜSÜR dava görüldü, yakalanan yüzlerce kişi cezalandırıldı, harp ediyorsunuz cephe güvenliğiniz çok önemli, arkanızda askere almadığınız azınlık tebanızın düşmanınızca iğfal edilmiş fikirleri sonucu silahlı çeteleşmesiyle mücadele ediyorsunuz. Ermeniler benim tebam ve Ermenistan daha o tarihte yok 1918’e kadar (ERİVAN) Revan Hanlığımız var,(Ne tarihimde var, ne en ufak bir bilgisi olan var, 1918 'e kadar oraları bizim ve Ermenistan diye bir devlet yok.) Demek ki devlet dışı Rus yanlısı güçler ile çatışmam var, karşılıklı öldürmeler var, bunun adı Genosid veya Soykırım değildir. İçeride ki tebası tarafından ihanete uğramak demektir.
            Yaşadığı coğrafyalar da tüm dilleri, dinleri ve Etnik kökenleri yaşatan tek millet olmaktan iftihar edelim. İşte Balkanlar, Rumeli, Afrika ve Arap niye susuyorlar EL HAK? Rus General Bolhovitonov’un anıları ve Rus arşivinden çıkan 154 belge ortada, İngilizlerin Çanakkalenin, Kut-ül Amare'nin intikamı içinde kıvranan askerleri ve olayı dört yıl didik, didik eden Malta yargıçları hiç bir suç delili bulamadılar, raporları ortada. 
            Biz bu günleri erkenden görüp olayların simülasyonlarını yaparak; dünyaya ortaya koyacağımız Refleksleri ilan etmeliydik. Alman arabalarına binmemek en pasifi belki başka yaptırımlar benim ekonomim içinde değil, onun kapısının önünde? Kim baştan tanıyan Alman’ın kuyruğu Yunan, Polikarya’ya vize koyalım, bak gör Rumeli’de küçük kıyamet nasıl kopuyor. Hepsi izana gelir; bugün Yunan’a yarın bana der, aklını başına alır.
            Bu kararlar Uluslar arası hukuka göre keellem yekün (sonuçlarıyla birlikte) yok hükmündedir. Birleşmiş Milletler genel kurulunda soykırım kararı alınmamış bir konuya; tek taraflı sözde soykırım iddiasında bulunmak “Irki Ayrımcılıktır”
BM sözleşmesine göre “ Irki Ayrımcılık “ da suçtur. Bu absürt konuyu tanıyan 28 devleti BM’ye bu suçla şikayet etmeliyiz. BM’nin öncelikli üstün kurallar hukuku (Jus Cogens) böyle diyor. Uluslar arası Adalet Divanına kadar (UAD) bir yolumuz var, Diplomatlarımıza, hukukçularımıza alenen duyurulur.
Sen Merkel, senin tarihinde Hitler varken, sende onun kızıyken bu herzeyi yedin, bu lokmayı yutamayacaksın. Bakalım Brexit'te nasıl oynayacaksın?